28 Kasım 2024 Perşembe

DİJİTALLEŞME

 


                                     DİJİTALLEŞME


  ÇAĞDAŞLAŞMA İLE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİNİN DEĞİŞMESİNİN SONUÇLARI

Amaçları bakımından: Dijitalleşme öncesi ve sonrası diye ikiye ayıracak olursak 

önceden daha dar bir pencereden değerlendirir, günümüzde ise kapsamlı bir yargıya 

ulaşmakta tam istenen performansı sağlayabilir.


Analog Veriler -Doğuştan dijital veriler: Önceden daha değişken bir yapıya sahipken 

şimdi ise elektronik sesler, genel ağ forumları, dijital ses kayıtları gibi verilerden doğar.


Arşiv taraması -Çevrim için tarama: Günümüze kadar gelmiş arşivlenmiş belgelerin 

taranıp,  depolanışını ele almayı kolaylaştırır. Dijitalleşmeyle beraber bilgisayar ortamının 

hafızasında daha rahat bir şekilde saklanabilir. 


Yakın okuma -Uzak okuma: Verilerin özel ayrıcalıkla, titizlikle okunmasıdır. Bunun 

yapılışında dijital ortamdan yararlanılması sahip olunan bilgilerin denetimini, üzerine 

yazılacak yazıların toparlanmasını sağlar. Bunun yanı sıra yanlış anlaşılmaya müsait 

bilgilerden arındırır.


Bireysel yazma -İş birliğiyle yazma: İntihal yapılmadan, yararlanılan bir kaynak varsa 

kaynağın kaynakça kısmında belirtilerek düzen içinde yazılan, kişinin özgün fikirlerinin 

doküman haline  getirilmesidir. Bugünse birden fazla kişi yardımı ve fikriyle yapılmaktadır.


Metin- Hiper metin:  Cümlelerden oluşan; eleştiri vb. konularda yazılan, özgün dil,

estetik yaşantı kurallarının kullanılması, noktalamaların doğru yapılması, yazdığı dönemi

temsil etmesi, çok anlamlılığı gibi faktörleri esas alan anlatım biçimidir. E-kitaplar, genel

ağ siteleri ve niceleri ile resmiyette bir değişikliğe uğramış, yazımı kolaylaşmış ancak 

bir konuda fikri yeterli seviyede önem görmeyecek kişiler tarafından da yazılmaya ve

eleştirilmeye başlandığı için işlevliğinde artış yaşanırken kalitesinde düşüş yaşanmıştır.


                         DİJİTALLEŞMENİN GÜÇLÜ VE ZAYIF YANLARI

   İzleyenlerin kavuşturulmasının amaçlandığı içeriklerde artış yaşanmış ve verilere dönüştürme işlemi yani belgelerin taranmasında büyük ölçüde kolaylık sağlanmıştır. Kullanım bazlı kağıt şekilde saklanan yazıların, makalelerin, temel parçalarına ayrılıp ince ayrıntılarına kadar tetkik edilmesi basitleşmiştir. Kağıt, toner kartuş, mürekkep, zaman gibi şeylerde büyük tasarruf yapılmıştır. Ulaşılabilirliği artan eserlerin tüketilmesi kolaylaşmıştır tabii ki ulaşılabilirliğinin artmasının tek yönlü sonuçları olmamıştır. Konular, amaçlar ve benzeri şeylerin belirlenmesinde yaşanan kolaylık siber tehditleri, istenmeyen şahıslar tarafından da içeriklerin tüketilmesini arttırmıştır. Yine geçmişte de sürdürülen bilginin hırsızlığı da kolaylaştığı için patenti alınmamış veya bir kişinin olduğu kesinleşmemiş belgeler başkaları tarafından kullanılıp maddi veya manevi haksız yarar sağlanabilir. Bu konulara farklı açılardan bakılmasını, empatinin azalmasından feragat edilerek arttırmış, yeni analizler ve teoriler oluşmasına olanak sağlamıştır. Bilgi var olmasına vardır ancak bilginin teyit edileceği yerin büründüğü ''kirlilik silsilesini durdurmak'' gibi amaçlar oluşmaktadır. Güvenilirliği tartışılabilir bilginin varlığı insanların ya her şeye inanmasıyla ya da her şeyi reddetmesi ile sonuçlanmaktadır. Ayırt edilmesi güçleşen doğru bilgiye ulaşım sırasında fırsat ve tehditler ele alındığında iyi olduğu kadar kötü yanı da bulunan teknolojinin gelişiminin farkında olmakla kalmayıp bunu kendi lehimize çevirerek tüketmek bizim bu konu hakkında tek bir birey olarak yapabileceğimiz en temel şey. Teknoloji devrimi birinci ve ikinci el kaynaklarında bulunan bilgilerin öncüllüğünü geleneksel araştırma yöntemlerini geçmişte bırakarak yapar. Teknolojinin gölgesinde kalan çoğu yeniden yapılandırılabilir bilginin bizden uzaklaşması da edilen yüzlerce bilgi kadar kaybolup giden yüzlerce bilginin varlığını bize hatırlatmalıdır. Tamamı ile kabul edilmesinin mümkün olmayacağı gibi onu bir bütün olarak karşımıza alıp faydalarının olmadığını ileri sürmenin doğru olmayacağı da kesin bir yargıdır.




26 Kasım 2024 Salı

Gözlerden Önce

 

                                   Gözlerden Önce

      Sanki çölden geliyorsun pantolonun da ketenden. Ruhun da yavaş yavaş 

ayrılıyor bedenden. Yolun uzun, gezdikçe içine kum doluyor eskimiş pabuçlarının. 

Geceleri yağmurlar boğuyor etrafı, çölde dolaşsa da senin bakışların. Burada fark 

ediyorsuölümünün yaşamından daha yakın olduğunu. Tanımadığın bir el 

kavrıyor  belinden. Gözünü kör edecek bir güzellikte fırtına, ama göz yaşlarından 

değil bu sefer kumdan. Neyin yoksa süpürüyor, çünkü senin olan hiçbir şey 

kalmamış o nereye gitsen yanında taşıdığın resimlerden başka. En güvendiğin 

yalanlarını bile gösteriyor o fırtına. Artık çıkamıyorsun evinden, korkuyorsun. Bu 

güzel ten de sen değilmişsin gibi kaçıyorsun kendinden. İçeri giriyor hafif bir ışık 

huzmesi, pencerenden. Oysa seni bir tek karanlık anlar artık. Etin, kanın şıp diye 

ayrılıyor kemiklerinden. İki küçücük çocuk çıkıyor o gedikten. Sabahı görebilen 

ağıtını sunuyor, belki Tanrı bu sefer affeder diye birden. Usulca kalkıyorsun her gün 

yattığın o yataktan. Suyu denizde bulamayınca çölde aramaya  başlıyorsun bir 

yandan. Kara koyunun biri pek bağnaz. Huyunu anasından almış yaramaz. Ama 

işler öyle yürümüyor. Yön değil yün lazım sahibine. Kahrolsunlar kahrolsunlar. 

Kulağını çınlatan bir ses duyuluyor ahırdan. Tırpan, çapa, çekiç hepsi kaçışmalarda. 

Çünkü onlar ahmakların da yerine duyarlar. Ama kara koyun  sağır duyarsa kendi 

bağırışını  dayanamaz çok ağlar. Ondan mıdır peki sizce bu  tartışmalar ? Ne zaman 

bitecek bu tekrar tekrar zihnimde çalan çatışmalar ?  Ama gözleri ? Gözleri çok 

güzel. Büyük bir çuval içinde belli olmuyor canlılığı. Ama gözleri ? Gözler çok, hem 

de çok güzel. Tabii çok daha fazlasına ihtiyacı var, güzel bakan gözlerden önce.

21 Kasım 2024 Perşembe

DERS

 

                                               DERS

    Bu anlattığım ders ile belli bir süre içinde değil bir ''süreç'' içinde aldığımız dersi

kastediyorum. Bir meslek durumu olduğu için bir şeyi öğretmek kavramı maalesef

birinin yaşamının devamında kullanacağı bilgiler ve onun sınavları geçmesinde rol

oynayacak öncüller olarak görülüyor. Bu yer yer karşı konulamaz bir şey çünkü 

sistem olarak bakıldığında artık edinilen bilgi,  getireceği akademik güç olarak 

aktarılıyor.  Bir şeyi öğrenmek ve öğretmek arasındaki farka rağmen bunun 

büyüklüğünün farkına varıp yaptığı şeyin iş olmaktan öte bir seviyeye ulaştığını 

bilebilmek bir öğretmen olmayan biri olarak öğretmen olmak hakkında benim

yapabileceğim en basit yorum. Yine anlatmaya çalıştıklarım deneyim etmediğim 

bir şey üzerine olduğu için bu konuda tartışılabilir bir yorumdan bahsediyor 

olabilirim ama geçen kırk dakikadan sonra  acaba anlatılanları kariyerimizde 

kullanabilir miyiz diye düşünmek yerine acaba kağıtta geçenlerin ardında bir görüş, 

bir  düşünce katıp katmadığını düşünen herhangi bir  insanın, ''öğretmek'' gibi bir

kavramın  öğrenen açısından önemini bildiğini düşünüyorum.  Öğrenen kişi

tarafından ortaya  atılan bir fikrin tamamen hakkı dolayısıyla öğrenilmesi isteneni 

anlatıp bununla yetinmekte sakınca görmeyen bir öğretmen tarafından da hoş 

karşılanmayacağını  hissediyorum.  Ama bugünlerde bile, öyle bir öğreten 

olmak konusunda kendini rahat hisseden insanların sayısının azaldığı günlerde 

bile,  neyin önemli olduğunu  bilen; tartışmalara değil tanışmalara, kavgalara değil 

uzlaşmalara, kuru hayatlara  değil uğraşılara ve kaygı içermeyen sınavlara 

hazırlayan öğretenlere  duyduğum  saygı paha biçilmez.


17 Kasım 2024 Pazar

SONSUZLUK

  

                                     SONSUZLUK

          Geç oldu, perdeleri kapatıverdim. Yerler şimdi tozlu. Yarın silerim artık. Çünkü geç oldu.
Çekmeceyi usulca araladım. Uzun zamandır kullanmadığım şeyleri bir bir ayıkladım. Kimin olduğunu bile bilmediğim onlarca eşya vardı. Gözümde büyüdü kapattım çekmeceyi de, zaten geç oldu sonra toparlarım. Banyodan geliyor galiba hafif bir ışık süzmesi, kapatayım diye ayağa kalktım. Hazır gelmişken yüzümü yıkayayım dedim açtım musluğu, parmaklarımın arasından geçiyor buz gibi bir su. Oyalanırken zaman akıp geçmiş, zaten geç oldu ben yatayım artık. Şöyle uzattım kendimi yaylı yatağıma, baş ucumda da cam bir bardağın içinde mum. Bugün kötü bir gündü, dışarda hırçın bir yağmur kiremitleri, insanları uçuruyor. Yine yağmuru durduramadım, bu gece  de kötü, aynı. Çıkaramadığım genç bir çocuk tıklattı kapımı, malum zilim çalışmıyordu. Onu tanımıyorum, ama içeri aldım. Olsa olsa on beş yaşından fazla olamazdı. Ben öksürmeye başlayınca bir endişelendi. ''Kafana takma, kendime hiç nazik değildim zaten'' diye çıkıştım ona. Biraz sinirlendirdim galiba onu, aklınca bana bir ceza vermek istedi, elimdeki sigaraya vurarak yere düşürdü. Çok üstelemedim, yerden bile almadım sigarayı. Gittik eskimiş kanepeme oturduk. Ona neden burada olduğunu sormadım, söyleyecek gibi de değildi. ''Bazen.'' diye başladım. Bana döndü ve ''Bazen ne?'' diye sordu. ''Her zaman, tahmin edebileceğin her anda, düşünüyorum.'' dedim. Bunda büyütülecek bir şey olmadığını, herkesin düşündüğünü söyledi. Bilmediğim bir  şey söylememişti ama gülesim geldi işte. ''İnanıyor musun ?'' dedim. Aklına Tanrı geldiği için onu suçlayamazdım. ''Beni seven ne varsa inanıyorum.'' dedi ve az önce elimden attığı o iğrenç sigaralardan birine uzanmaya çalıştı. Bu sefer onun eline vuran bendim. ''Bir hayvan olmakta kararlıysan, dönüşmek için domuzdan daha istikrarlı bir hayvan seç, gökyüzüne bakabilen bir hayvan ol.'' dedim. Beni anlamışa benzemiyordu, anlamasına çokta gerek yoktu, belki de ben işin gösterişinden zevk alıyordum. Ondan üçüncü adımı atabilecek bir hayata sahip olmasını istediğimin farkına varamazdı. Göz alıcı olmasına gerek yoktu, hafif parlaması onun raflarda göze çarpması için yeterli olacaktı. ''En pahalı gözlükler... En pahalı gözlüklere sahip olsaydın bile her kötülüğü görüp engel olabilir miydin ?'' diye sordu. Kendi gözlüklerimi ona uzattım ve takmasını istedim. Çok gazete başında vakit geçirdiğim için benim gözlüklerimin numarası  büyüktü ve o gözlüklerle görmesi mümkün değildi. İşte tam da bu yüzden gözlükleri taktığı gibi ona, ''Gözlük ne kadar iyi olursa olsun her gözlükten göremezsin.'' dedim. Olabildiğince sakin bir şekilde gözlüğü bana verdi, ona istediği cevabı vermediğim belli oluyordu. O gece bittikten sonra 2-3 hafta daha benim dairemde kaldı, onunla hiç nereden geldiği hakkında veya buradan gittikten sonra kiminle, nerede yaşayacağı, ne yapacağı gibi şeylerden konuşmadık. Böyle konularda meraklı biri değildim, kötü olmasa bile iyi olmayan bir geçmişe sahip olduğu aşikardı. Ben de konuyu hiç açmadım. Akşamları et ve sebze, öğlenleri patates ve makarna gibi yemekler yapardım. Tekdüze yaşam tarzıma karşı değildi, ya da karşıysa bile belli etmedi. Devamlı su içerdi, herhalde o var diye sırf su alarak bir aylık zarar ettim.
Ayrılık vakti geldiğindeyse pek bir şey söylemedi, evimdeki gazetelerden ilham almış olacak ki yazı
yazmaya karar verdiğini, uzak bir şehirde yaşayacağını ve kariyerine başlamak istediğini söyledi. Ona
aksini söylemedim, yapabileceğini hissediyordum. Yılda bir kere yazısını test etmek için ondan mektup
istediğimi söyledim, kartlarımı iyi oynamıştım, hiç bariz olmayan bir yalandı. Onu özleyeceğimi tahmin
edemezdi. Böylece gitti, gideli yarım yıl olmuyor. Biraz unutmamak, biraz da boş hissettiğim içindir 
belki ama şu an bunları yazmak istedim. Sanki o 3 haftada bir hayatın sunacağı her şey vardı. Sanki
bir insanın deneyimleyebileceği her fikri, endişeyi, düşünceyi, bilgiyi ve eğlenceyi hiç enerji sarf 
etmeden elde etmiştim. Öylece kapımdan giren bir çocukla beraber. Hakkında hiçbir şey bilmediğim
bir çocukla beraber. Bir insanın öğrenebileceği her şeyi öğrendim, hissedebileceği her şeyi hissettim

İnsan ve Evren(247-248)     İnsan Ömrü(122-126)       İnsan Hali(102-104).

  

16 Kasım 2024 Cumartesi

BERBAT

  

                                          BERBAT     

             Çirkiniz. İnkar etmek için somut bir neden hiç görmedim veya arama ihtiyacı 

hissetmedim. Hayatın sayılı yerlerinde çirkin olmadığımız konularda bile güzel olmak

istediğimiz oluyor. Güzel bir insan için mesela, yer yer öfkelendiğim bir şey olması

bunun gerçekliğini azaltmıyor. Çok güzel olan, istemsizce bir arzu hissettiğimiz insanları

tanısam da tanımasam da onlardan uzak durmak istiyorum. Fiziksel biçimden güzel olmak

birini güzel bulmaktan çok daha korkutucu bir şey. Anlamsız kibarlıklardan heyecanlanmak

ya da birinin gülümsemesinin sırf o kişi gözünüze güzel göründüğü için sizi mutlu etmesi

kendi fiziksel çirkinliğinizi kabul etmek gibi geliyor. Daha da kötüsü sadece görünüş olarak

kalmayan çirkinlik kavramının his bakımından da kendimizi aşağı bir seviyeye çektiğimizi

biliyorum. Bu yüzden herkes çirkin, dürüst olayım çirkin ne demek bilmiyorum. Ama eğer

çirkinlik yüzündekinden ibaret olmayan bir şeyse herkesin çirkin olduğu bir düşüncesi,

eğlencesi, eylemi var. Otursam tek başıma, düşmüş bir ağacın dibine, saatim de olmasın.

Ateşin çıtırdamasına irkilecek bir hayvan gibi oturayım orada, yüzüm de insanı kusturtacak

kadar iğrenç olsun, böyle dünya dışı bir tiksindirme yaratsın miğdelerde, Tanrıyla kavga 

edip lanetlenmiş gibi bir yüzüm olsun. Görünce kutsandığınızı sanacağınız insanlardan iyi 

olamaz mı yine de yazdıklarım mesela ? O herkesin övdüğü insanları size asıl çirkin 

onlarmış diye kanıtlayamaz mıyım ?  Güzel olmayı, yakışıklı olmayı, insanları bakışlarınızla

mutlu edebilmeyi sanki bir kusur, bir şehvet ürünü gibi aktaramaz mıyım ? Doğru olmayan

şeyleri bile, insanların kabul etmeyeceği düşüncelerimi bile kendime güvenip yazarak size

ya da benim ne dediğim umurunda bile olmayan birine anlatamaz mıyım ? Topluca kabul

etmek en iyisi, hepimiz çirkiniz işte. Çirkin olduğumuzu reddetmek bile, bu zamana kadar

bunun üzerine düşünmemiş olmak bile bir çirkinlik değil midir ? Ben çirkinim, belki yüzüm,

belki vücudum, belki fikirlerim, belki anlatışım, belki yalanlarımla çirkinim. Ama özünde 

çirkinim. İşin bir diğer yanı, bunu kabul etmenin bir insanı daha az çirkin yapacağını tahmin

ediyorum. Belki bu da çirkin olmaktan kendimi kurtarmak için yaptığım bir çirkinlik ama

ben bilmiyorum. Önemli olan çirkinliği engellemek değil, neden çirkin olduğunu bilmek.

Sen de çirkinsin. Peki neden çirkinsin ?

                                                                                                       Çirkinlik Üstüne(297-299)

15 Kasım 2024 Cuma

ESTETİK

 


 

                                          ESTETİK

       Bugün çok da  üzerinde düşünmediğim bir konuya parmak basacağım çünkü her seferinde bir konunun derinliğinle bağlı olarak kullanacağım ve bahsetmek durumunda olduğum şeylerin
değeri ve anlatacağım şeyin büyüklüğü artıyor, demek isterdim ama öyle bir şey söz konusu
değil. Kullandığım cümlelerin, imgelerin ve konuştuğum şeyin daha az konuşulan, insanlar
tarafından rağbet gören bir şey olmasının benim için hiçbir önemi yok. Bu yüzden hem kitapta
da az değerlendirilmiş ama öz bir şekilde anlatılmak istenen konu, konuya uzman olan bir kişi
tarafından güzelce anlatılmıştır. Burada bahsedilen şey ''yazmak''. Bu yazıda olduğu gibi
kısa yazmamın, yazıların bitişik olmasının, hangi tonlamayı veya fontu kullanmamın sizin için 
temel düzeyde etkileri olsa da eninde sonunda herkesin baktığı şey tamamen benim ne anlat-
mak istediğime göre göz önüne serilecek. Yazılmış şeyleri yazmayacağım, o yüzden yazmak
üstüne düşüncelerimi bu kadarıyla sınırlı tutup geri kalanını hem benim hem de orada ne
anlatıldığına göre sizin benim eklemek istediğim şeyleri ''düşünmenize'' bırakmak isterim.
Belki kolaya kaçıyor gibi görünebilirim ama bu yazı üstüne gerçekten düşünmedikten sonra
emin olun siz de kolaya kaçmış, belki de anlatmak istediğim şeyden uzaklaşanın sizler olduğunu
fark edebileceksiniz.

                                                                                                                           Nasıl Yazılmalı(9-11)

14 Kasım 2024 Perşembe

ESARET

 

                                         ESARET

    İşler sevmek, sevilmek veya saygı duymakla bitmeyip çığırından çıkacak seviyeye gelince

''aşk'' diyoruz buna bilmiyorum ama benden öncekilerinden anlatısına göre aşk bir nevi

hoşumuza giden bir esarete benzer. Hani böyle kendimizden olduğunu kabullendiğimiz, 

sımsıkı sarılıp ne kaçmak ne de kaçırmak isteyeceğimiz bir esarete benzer. On dakika bile az 

görsek o  kişiyi ''Neden gittin ?'' diye sorarız kendimize, çünkü o kadar severiz ki ona 

söylemeye korkarız. Öyle bir meraka bürünürüz, çünkü aklımızda hep bir huzursuzluk, şimdi 

nerede, neden yanında değil ? Belki de sevilenin arkasından o yüzden su dökülür kendi 

ateşimizi söndürmeyelim diye elimizden çıkartmak isteriz o bir kova dolusu suyu. O kişiyle 

uyuşmak istenir, nereye baksanız o kişiyi görürsünüz. Nasıl da o kişiyi hatırlatır perdelerdeki 

o  toz, bahar bile gelmeden kızarırsın sanki onun olmadığı bir dünya hiç var olmamış ve 

olmayacak gibi. Nokta bile kullanacakken  üçüncüyü kullanmayasın gelir o yokken, üç 

noktanın bile ikisini kullanırsın biri onun uzaklığını hatırlatır ikisi senin yasını. Kim bilir 

nerede  o şimdi hangi kurak toprakta, hangi pis sularda ? Zaten sen yanında olmadıktan 

sonra  altından bir tahta otursa bile o tahtın onu hak etmediğini kimse fark etmeyecek. Onun 

şakasına senin gibi gülmezler, onun hatalarını senin gibi teselli etmezler, onu senin gibi 

desteklemezler, senin gibi üzülmezler onun için, senin gibi mutlu olamazlar onun yanında

senin gibi kimse gülemez ona. Yapamadığın her şeyi onun için yapasın gelir, Onun ağzından

çıkan her şey bal gibi gelir. Dönüp küfürler savursa, bir daha yüzünü bile görmek istemediğini

bile söylese,  boyun eğesin gelir söylediklerine. Aşk esarettendir. Sımsıkı sarıl sakın bırakma,

çünkü bırakırsan sen de onunla gideceksin biliyorsun. Sevemiyorsa sevmeyi, gülemiyorsa

gülmeyi öğret ki sen de ondan hüznü öğrenmek zorunda kalmayasın. Bir avuç çiçek az ona,

şöyle uzan onunla kırlara, ay da tam karşınızda, de ki ona: ''Tanrı bu tepeleri senin için, seni

de benim için yaratmış.'' Yaşın şimdi küçük, o kadar utanıyorsun ki gözlerine bakmaya seni

anlatmayı ona zarar vermede sanıyorsun. Şimdi daha büyüksün, ama ya o seni sevmiyorsa ?

Biraz daha büyüdün, artık ne değeri kaldı utancın ne de önemi, söyleyebilirsin onu dünyadan

çok sevdiğini, ama o çoktan başkasının dünyası olmuş. Şimdi daha da büyüksün, artık daha

büyüğü kalmamış, sende de ne umut ne de hayal. Bari kuşlar mutlu olsun diye oturmuşsun

parkta ekmek kırıntısıyla besliyorsun onları, sonra sanıyorsun bir melek gelmiş seni almaya

ama usulca yakınlaşıp sana diyor ki, daha değil ben de senim. Yeşeriyor zamanında sevdiğin

o tepeler, sanki ay vazifesini bitirmiş ama güneş içine doğmuş. Çocuksu hislerle doluyorsun,

ama bu demek ki hiçbir zaman çocuksu değillermiş ! Bu yaşında şapkanı fırlatıp, parmaklarını

ovuşturasın geliyor aşkından. Amanın nasıl da bir aşk ! Siz gönlünüzü rahat tutun dostlar

öncekileri boş verin artık onların bir önemi yok. Aşk arıyorsanız bu küçük aşklar Leyla ile  

Mecnun'un aşkından bile büyük.

                                                                                                                                      Aşk Üstüne(22-26)

13 Kasım 2024 Çarşamba

ALKIŞ

 

                                                ALKIŞ 

        Yönetildiği insanlar hakkında yorumlar yazıp bir depo dolusu kağıt harcamaya niyetli

insan gördüm. Böyle insanlar aynı zamanda yönetileni eleştirdiğinde senin üstüne çıkanlar

oluyorlar. Daha önce değindiğim konuya uzak değil, yine bir tanrılaştırma mevzusu var.

Ağzından çıkacak sözlerin alkışlara bağlı olması ya da ağzından çıkanların kim için çıktığına

göre alacağın tepkinin değişmesi bunu açıklıyor. Önceden söyleyeyim, burada ne yönetileni

eleştiriyorum ne yönetileni, iki role de sadık kalamayanları eleştiriyorum. Alkış demiştim 

değil mi, evet ah o alkışlar. Değişimle eşlenerek artık insanların yapacakları şeyleri bunlara

göre karar veriyor olması neyin yapılabilir veya neyin yapılamaz olduğunu bile artık kale

almayan bir yöneticiye ve bunun farkında bile olmayacak kendi değerini kendi düşüren 

yönetilenler oluşmasına yol açıyor. Bunun için en sıradan örnek: biliyormuş gibi yapmak.

Beni içten içe etkileyen ve bunu yazmama sebep olan şey de odur. Özellikle bilmek ya da

anlamak üzerine olmasına gerek yok, ''-mış gibi yapmak'' yeterince ölümcül bir hasara yol

açıyor. Kararlarında ve ideolojilerinde bunu kullanan insanların karşılaştığı sonuç halkın

alkışıyla sonuçlanıyor çünkü halkta ''anlamış gibi, araştırmış gibi'' yapıyor. Yine söylediğim

gibi bunun halk ile bir alakası olma durumuna da gerek yok. Küçük toplulukların uyduğu

veya uyguladığı protokollerde kabul edilen şeylerin aslında mantık açısından saçmalanmış

 şeyler olduğunun farkına varmak hiç zor olmuyor. Buna bir çözüm bulmak neredeyse

imkansız, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ten alıntılar yaparak sayfalarca uzatabilirim ama orada

söylediğine göre yazar insanın kurtuluşunun çözümünün kendisinde yattığından bahseder 

eleştiriyi yerine saklar bir yapıyı benimseyip; yaratıcı, kendi kaderini tayin edebilen, azimli,

özgüvenli, esnek, neşeyi esas alarak hayatını yaşayan, bunu yaparken sorunların üstesinden

nefreti ve cesaretiyle gelen bir ''üstinsan'' olmaktan bahsediyor. Konuyla ilişkilendirirken

sadece benim dediklerimin neye dayanarak söylenildiğini iletmek amacıyla tekrar tekrar

söylüyorum ki, insanın alacağı alkış en tehlikeli şeydir. Çünkü alkışlandıkça sıradanlaşır 

insanın eylemleri de fikirleri de, arada alkışlananı değil alkışlayanı suçlamayı bilmek lazımdır.

         Bu yönde bir gelecek ilerletilecekse de kendisini yönetecek kişilerin hak ettiği değeri

alkışlar kullanılmadan hissettirilmesi önemlidir. Bu noktada muhtemelen yazara (Montaigne)

katılmadığım ilk ve tek konudan bahsedeceğim. Seçilecek kişinin halk düzeyinde olmayan

bir insan olması gerektiğini desteklemesi benim bakış açıma göre ters. Her ne kadar kendisi

benim üzerine konuştuğum ''alkışlayanları'' ele almadan yazmış olsa da bir insanın makam

bakımından gücünü zaten daha iyi olarak elde etmiş olması o kişinin ancak olduğu insan

kadar desteklenmesi demektir. Yani zaten bir şeyi yapabilecek kapasiteyi sahip bir insan

için birlik olmak istemez kimse. O kişiyi altındaki insanlara hizmet ve hürmet etmesi olayını

hakikat, yükümlülük bilir. Nihai seçenek bir taneye indirgenir. Bu her bakımdan kötü bir şey

deseydim ben de kendimle çelişmiş olacaktım çünkü az önce fazla alkışlanmanın doğuracağı

kötü sonuçları anlattım. Ama ne hep alkışlananlar ne de hiç alkışlanmayanlar yaptığı şeyin

doğru olduğunu düşünecektir. Orta yolu bulmak tek bir kişinin harcı değil, herkesin harcı 

olduğu için bu dengeyi oluşturmakta öncül biz olmalıyız. Sorunlar krize dönüşürken bunları

''engel'' diye adlandırıyorsak bu engelleri üzerinden geçilebilecek bir basamağa dönüştürmek

yapabileceğimiz en basit ve doğru çözüm yolu olurdu. Bu yüzden farklılaşmak kadar aynı

kalabilmekte önemli, özünde farklı olup sorunlar karşısında deneyime bağlı bir yardım bilinci

geliştirebilmiş çoğu kişi bu değişimle beraber varlığının tazeliğinin toplum ve kendisi için iyi 

bir huzurla sonuçlanacağını tahmin edecektir. Bu da üzerinde durulan başka bir konuya yol

açıyor. Sadece yönetilmekten ve yönetmekten anlattığım bu birincil kişi ve sonradan dahil

olanların galibiyetlerini birbirlerinden kalıplaşmalarına bağlıyorum. Bir bitki olsun veya bir

kitabın yazarı olsun onu eserlerimizde, idari sistemde ve günlük öğütlerimizde kullanıyorsak

o şey zaten bizim anlık üstümüze geçişi yapar, herkesin bir diğerinden daha üstün olduğu

bir an olacaktır. Herkesin bir konuda diğerlerinden doğru, bilinen tabiriyle  ''yönetici'' olduğu 

olacaktır. Daha doğru şekliyle herkesin bir gün diğerlerinden bir şeyde daha ''alkışlanabilir''

olduğu olacaktır. O alkışı hak edebilecek kadar bir bilgi birikimi olmadan da bu seviyeyi öne

sürebilecek insanlarla karşılaşıldığında zaten o kişinin bir alkış yüzünden sıradanlaşması 

göz ardı edilecektir. Bugün Nietzsche, alkışlayanlar veya yöneticilerden bahsettiğimde anlık

olarak hepsinin yazıma katkısı oldu ve benden yüksek hakla alkışlanmayı hak ettikleri olmuş

olabilir. Ama bu da benim daha ''alkışlanabilir'' bir esere yakın bir metin ortaya çıkarmam için

zemin hazırladı.                                                                                          Baştakiler ve Biz (226-227)



12 Kasım 2024 Salı

MÜSAADE

 

                                                MÜSAADE     

           ''O'' bencildir. Diğer herhangi bir duyguya benzemez. Kendini göstermek, ileri atmak ister.

Üzerine düşündükçe seninle bir olup saçılmak ister, acıtmak ister. İnsanların başrolü haline gelir.

Her şey tek bir pencereden baktığınla kalır. Bu sebeple bahaneler ürettirir. Açacağı sonuçlar hep

bellidir, buna rağmen yaptıkların ve yapacaklarına anlam biçebilmek için aklına türlü türlü şey

gelir. Vaz geçemeyeceğin şeylere silinemeyecek izler bırakır. Geçmiştekilerle birikir en ufak bir

olayda patlar. Gözün seğirir, parmak uçların kızarır, ellerin titremeye başlar. İyice kızarır, allanırsın.

Çok güzel bir canavara dönüşürsün. Olduğun şey kaşlarını çattırır, alnını çatlatır. Bir güzel bağırasın,

sağa sola sulanasın gelir. Kendine yakıştıramazsın, kimse de kimseye yakıştıramaz. Kaskatı kesilir

sinirlerin. İlkel haline bir gezi yaparsın. Korkutucu ve vahşi bir yaratığa bürünürsün. Tam geçecekken

kendini tekrar sinirlendirirsin, zorlarsın, debelenirsin ama nafile. Gittikçe daha hızlı dolaşır kanın

damalarında, dört duvarı, yerleri, evreni yıkabilsen yıkacaksın. Hak içeren bir durum varsa bile

haklı kimsenin doğru düzgün ayakta duramayacağı, herkesin eşitleneceği, acınan kadar acıttığın

bir dünya oluşturasın gelir. Ama öyle bir gücün yok, öyle bir gücün mü yok ? Madem öyle bir 

gücüm yok neden bunu düşünecek kadar sinirlenebiliyorum ?  Bugün ne daha iyi olabilecek kadar 

sinirlisin ne de daha kötü olabilecek kadar. Aksini kanıtlamak istiyorsun, kendini yıpratmak bile

senin için normal gücünü belli ettikten sonra. Bir güne şöyle kavgalı uyansam, pabucumu almadan

çıksam gitsem, gördüğüm ilk kişiyi paramparça edeceğim. Her gün daha çirkin bir yüz, herhalde

bu sabahta kendime çekmişim. Güldüğün her an hayal, her mutlu gün kefaret. Seni için için yiyen

şey o içindeki nefret. Herkes dışlıyor onu ama bana sorun nasıl güzel ! Bu içimdeki nefret oburluk 

gibi, hem beni yiyecek hem de karşımdakini. Bu içimdeki nefret haset gibi, ne zaman içim öfkeyle

dolsa gülerim, ağlarım. Nasıl da taklit ediyor beni. Bu içimdeki nefret tembel, içimden gitmeden 

bırakmayacak beni ama bir adım bile atasım yok. Bu içimdeki nefret kibirli hem de nasıl kibirli.

Ben ona sahip değilim de o bana sahipmiş gibi. Bu içimdeki nefret açgözlü, sende olması yetmedi

beni de ele geçirmek istiyor. Büyüse de küçülmek istemiyor. En kötüsü de bu içimdeki nefret öfkeli,

evet nefretim de öfkeli. Arada ''Kimin için bu nefret ?'' diye sorgulamama dargın, biraz da utangaç.

Kalıp kalıp dökülüyor başımdan aşağı, içimi bir alev basıyor. Yok ''şu olmaz'' yok ''bu olmaz''. Öyle

bir kükreyeceğim ki ben bile artık başarıyla bir hayvana dönüştüğüme inanacağım. Ne yapıyorum

bu saatte, kim bu adam ? Ne kadar da güzel heykeller yapıyor. Ama heykelcikler seni bana getirmez

ki. E ne anlamı var o zaman, yapılan heykelin, söylenen sözlerin, çizilen resimlerin ? Dindirmiyorsa

öfkemi, iyi günlerim için varlarsa ne anlamı var ? ''İyi günler'' manidar oldu. Öfke kötü bir şey mi ?

İyi değil gerisi de önemli değil. Biri güzel öfkelerimi taşıyacak diğeri çirkin mutluluğumu. Günü 

gelince biri benim de sözlerimden belki söyleyecek. İstediğim son şey de bu. İsteyen beni ansın

ama öfkemle ansın. Anmak isteyen çelişmelerimle ansın. İyi yanımla beni ananlar en az mutluluğum

kadar çirkindir. Beş asır yaşayacaksam bile huysuzluğumla yaşayayım. Yan evlerden duyulan öfkemle,

insan olduğumu hatırlatanlarla yaşlanayım. Mutluluk yetmez çünkü insana, çocuklarınla buluşmak

için beklediğin yan şehre giden trene binmeden önce esen o serin rüzgar şapkanı uçurup götürdüğünde

kimse gülmeyecek. Mütevazı bir parkta haylazlık yaparken, çamurda yuvarlandıktan sonra Tanrı'dan

armağan gibi gelen dondurmayı sıcak bir yaz günü yerken arkadaşın gelip o dondurmayı düşürdüğünde

sen dışında herkes güler. Sen dışında herkes. Bu dünyada dondurması düşen kimse gülmez. Ya da 

bugün mesela, aydınlık, karanlığı fark etmez. İşleri uz gitmediği zaman buna sinirlenmediğini söyleyen

kim doğruyu söyler ? Evet bütün duygular çirkin, çünkü öfke çok güzel. Bencil bencil olmasına ama

öyle naif, kendini hiç saklamıyor ki mutluluk ve üzüntü zırvası boş geliyor. Üzgün sandığın gülüyor

mutlu sandıkların içten içe ölüyor. Ama kızgın hep kızgın. O öfkeyi söndürmenin yolu yok. Herkes

görene kadar durmayacak. Onun utancı diğer çirkin duygular gibi saklanmak değil, onun utancı bugün

kendini göstermemiş olmak .Diğer duygular kusturacak kadar çirkin, öfkeyse acımasız ama öldüresiye 

güzel. Bu yüzden sadece öfke özel.

                                                                                                                 Öfke Üstüne (235-238)

11 Kasım 2024 Pazartesi

İNTİHAR

    

                                                                    İNTİHAR

          Dünleri unutmaya başladın. En ufak hatanda kendini tartaklamaya başladın. Güle

güle anlattığın düşlerinden uzaklaşmaya başladın. Kendinle ettiğin kavgalar boğazına

bir gece vakti yapışıyor sanki. Kafanı kaldırıp baksan da bir kişiyi bile göremezsin kapında.

Korkarsın, herkes korkar. Ya yarın gömülürsen ? Saçmalama, niye kendi elinde olan bir şey 

için korkarsın ki ? Yarın hava nasıl öğrenebilme kararı senin. Ama her gün hep bir aynı, hep 

tahrip ediyor seni. Ne olacak yarınki havayı da bilmesen ? Kırgınsın, evet kırgınsın. En çokta 

bugünlere kırgınsın. Yarınla bir derdin yok aslında, ama dünler öyle üzmüş ki seni bugünü 

yaşamıyorsun aklın hep  yarında. Sabahta, öğlende aklında tek bir düşünce lanet bir kral gibi 

tepende. Nereye baksan tanıdık bir sima ararsın, nereye baksan seni kurtaracak birini ararsın. 

Pes etmekten bile korkuyorsun artık. Kabullenmek kolay geliyor ama bir o kadar da zor. 

Pişman olacak bir anın olmamasından korkuyorsun. Sen de biliyorsun ben de biliyorum. 

İnsanlar da umurunda değil artık. Gözlerini parlatan şeyler bile bir bir uzaklaşıyor senden. Ne 

duruyorsun o zaman ? Koşup yetişsene iyice uzaklaşmadan. Yürüyerek hayat mı geçer, böyle 

hiçbir şeyin kıymetini bilmeden ? Kusura bakma ben koşmayacağım. Ama  söz senin 

arkandayım.  Sevâhilin orada oturdum duruyorum. Merak etme ben kimseyi beklemiyorum

Sen git, senin yetişeceklerin var. Ben belki çok susayan varsa akıp gitmesin diye buradayım.

 Sen  git.  Senin yolun epey uzun. 

      Hala buradasın demek. Ne zaman öleceğini bilmemekten mi korkuyorsun ne zaman

öleceğine kendin karar verme yetkin olduğundan mı ? Özgürlük mü seni korkutan ? Her

şeyin senin seçimine bağlı olması mı seni korkutuyor ? Kimsenin kimse için yaşayacak hali

yok ya, istiyorsan istediğini yap. Bazen ölümdedir merhamet ama başka bir ülke görüyorsan

orayı, sakın kendine zarar vereyim deme. Kapat şimdi gözlerini, kısacık bir köprüdesin, öyle

 kısa ki zıplasan karşıya geçeceksin. Ama korkuyorsun, zıplayamayacaksın orası kesin. Ama

yürüsen de düşeceksin. Güvenmiyorsun çünkü iplere, iplere sırtını yaslamadan geçmen lazım.

Şöyle güzel bir koşarak ! Bu koşuyu karşıya yaparsan düşersin ama cesur düşersin, eğer bu

koşuyu arkana doğru yaparsan kendini güvence altına almış olursun, kimse neden karşıya

geçmedin diye sormaz o kısa köprüden. Ama ya durursan ? Ne karşıya geçersen, ne de vaz

geçersen elinde ne kalır ki ? Oturur beklersin orada, benim gibi bir ırmağın yanında oturursun.

Karşıda ne var bilmiyorum, tek bildiğim şey arkanda ne olduğu, arkanda bazen seni sıkacak

bazen karşıya geçip kurtulmanı isteyeceğin bir yer var. Ama sevdiğin, sevmediğin her şey yine

orada. Gelirsin, gelmezsin, sen bilirsin. Arkandaki yer adil değil evet, bazılarına daha güzel

doğuyor güneş. Ama karşıda güneş bile olduğu şüpheli, karşıya geçecek kadar cesursan bile

cesaretin boşa gidebilir. Yapacağın yanlış bir seçim yok, çünkü bu köprünün önüne kadar 

geldikten sonra yanlış ve doğrunun bir önemi kalmıyor. İster geç, ister geçme. Ama arada 

kalırsan iki seçim de senin için yanlışa dönüşecek.

     Bazıları saçma bulur yaşadıklarını, düşündüklerini. Akıl erdiremez neden böyle yapar 

insan diye. Boş laflar savurur bıyık altından. İllet ettirecek laflar. Çoğuna karışmazsın geçersin,

üzülmeye değer değil diye düşünürsün. Ama bitmiyor o laflar. O laflar hep yanında, sevdiğin

sözleri bastırarak dolduruyor kafanı bir dam üzerinde çenesini tutamayan bin karganın sesi

gibi ! Ama sen zaten biliyorsun bunları, senin duymak istediğin şey kendi söylediklerin.

Zaten bildiklerin değil, benim anlattıklarım değil. Bundan bile korkuyorsun biliyorum. 

Çözümün başkasında olmadığını bilmekten öyle korkuyorsun ki, bozuk musluklara dönüşüyor

gözlerin. Peki kalbin ? Sanki ciğerlerin iki kötü adam, kemiğin de kalbine batan bir çuvaldız !

Dur bekle, daha değil, bahçeyi kim sulayacak diye söylenir beynin. Tüm acın toz olur bir anda.

İçten bir gülme tutar, miden taklalar atar. Az önce düşündüğün her şey absürt gelir sana.

Tutamazsın dudaklarını, ellerin bile kapatamaz o koca ağzını, gözyaşın vardır yine ama bu 

sefer gülmekten ! Kulaklarına kadar uzanır o ağzın, normalde ''ya şimdi çirkinsem'' diye içini

yiyen düşüncelerin uçar gider. O gece de geçer, hem de güle güle geçer. Merak etme o yüzden.

En acı günler de diğerleriyle eşit sürede biter. Daha ne dikiliyorsun başımda ? Bu yazı da 

bitti anlatacaklarım da. Ne dedim ben demin ? Ben çok susayanlar şu koca nehre atlamışsa

diye ellerinden tutayım diye buradayım. Kimsenin kurtulmak için iki dala ihtiyacı yok. 

Sen git. Senin yolun epey uzun.

                                                                                                                 Kendini Öldürme(302-306)

                


10 Kasım 2024 Pazar

BAĞ

                                                                                                                  

                                                                       BAĞ

      Montaigne'in değindiği konu şimdiki yerleşik hayata uzak bir konu o yüzden biraz daha

 yayarak ve konuyu açarak yazacağım. Anlattığına göre Montaigne her zaman efendi-uşak 

 ilişkilerinin kul ve Tanrı ilişkisine benzetilmekten kaçınılması gerektiğini  destekliyor.

Bugünlere uyarlanmasında bir sakınca görmüyorum çünkü hala makam bazlı ilişkilerde

''patronlar'' üst bir seviyeye sahipler. Patron kelimesinin kullanılış şeklinden de rahatsız

olduğumu belirteceğim çünkü Hint-Avrupa Anadilinde ve daha sonra Fransızcada pater(baba)

anlamına gelen bu kelimenin şu an kullanılış şekli bir babanın değerlerine en uzak biçimde.

Tabii ki bunun sebebinin de insanlar olduğunu düşünüyorum. Niyet ve zihindeki fikirlerden

geldiği için kendilerinden üst rütbedeki bireylerle olan bağ ve samimiyetinden ötürü bu 

kelimeyi kullanmayı uygun görmüşler biliyorum. O yüzden suçladıklarım kelimeyi kullanmayı 

seçenler değil, anlamını değiştirenler. İşler yönetiliş ve düzen bakımından herkesin istediği 

düzeyde   yapılabilir değildir bu yüzden istikrarlı bir eleştiri halinde bulunmakta yanlış 

biliyorum ama  kişiler arasına böyle bir bariyer, bir engel konulması merdivenle en üst 

basamağa çıkmaya çalışırken düşenler ve onların düşüşlerinden kâr edenler olarak insanları 

ayıracak ve ayırıyor.

      Kişisel söyleşileri ele alışlarına göre insanların tepkileri farklı olacaktır o yüzden duygusal

bir bağ her zaman çözüm olmayabilir ama bunun yerine görev verenlerimiz ile aramızda olan

ilişkileri yüzeysel bir anlaşma, iletişim olarak görürsek o laf ettiğimiz kodlanmış robotlardan 

önce bizi kendi kendimiz ele geçirecek. Burada da ''patronları'' suçlamayı isterdim ama öyle

yaparsam çözümü birini suçlayarak bulmakta olduğumu fark edecekler. Çoğu zaman evet

yavan ve haksız bir düşünce tarzı ama gerçekten birinin suçunun ya da bir kitleden oluşan

sorunları suçluyu arayarak, veya birini suçlu ilan ederek çözmezsek herkes kendi dışındaki

kişilerde bir suç belirtisi arayacaktır. ''Patronları'' öne atmamın sebebi çıkar ilişkisinde daha

büyük bir rol oynamalarıdır. Korktuğum şey zaten de bu, patron olmayan çoğu insan işinde

yetki sahibi geldiği anda sevmediği insanlardan muhtemelen farkı kalmayacak. Tekrar 

düzelteyim. Bu bağlarımızı bozanlar ne ''patronlar'' ne da patronların altında çalışanlar. 

Bu düzeni belirleyen en temel şey o sabah akşam söylendiği insan olmaya çalışıp olamayanlar.

       Yavaş yavaş bitireyim. Burayı eklemeyi düşünmüyordum ancak değinmediğim önemli bir 

konu aklıma geldi. ''Yargıcılar'', belki biraz daha anlattığıma uzak bir çeşit konu ama hemen 

hemen artık her şeyle bir ilişkileri var. Azıcık bile bir düzen varsa bunun altında bit yeniği 

arayan insanlara tahammül edemiyorum. Kendi benliklerinden uzaklaşmalarını bile 

utanmasa başkalarına bağlayacak, doğruda yanlışı, yanlışta doğruyu arayan, hep size karşı 

çıkacak bu insanlar ömrünüzü yiyip bitirirler. Ortak bir tip oldukları için ayırmayacağım, 

rütbelerinin önemi olmadığı için her yerde böyle insanlar ile karşılaşabilirsiniz. Unutmadan 

dikkat edin,  ne kadar yetkileri varsa o kadar huysuz ve kusursuz düşünme hakkına sahip 

olduklarını sanırlar. Daha kötüsü karşı da çıkamazsınız ki  onlara. Büyük biri olmak işte böyle 

yerlerde kesin işime yarardı. ''Sus be adam'' demek istediğim o insanlarla muhatap olmamak 

ya da her sözlerini geri ağızlarına tıkabilmeyi öyle çok isterdim ki. Mızmızlanmanın lüzumu 

maalesef yok. Nefret ettiğin ve bunun için gerçekten bir sebebin olduğu bu ''patronlar'' ya da

çalışanlardan. Ama en çokta ''yargıcılardan'' uzaklaşmak ya da onlara ağızlarının paylarını 

verebilmek istiyorsan ya kendini soyutlayacaksın, ya da onları bu dünyadan soyutlayacak 

yetkiye sahip olacaksın. Kendine biçebileceğin değer önce başkalarına biçtiğin değerden gelir.

Yükselsen bile altındaki insanları ''altımdaki insanlar'' diye tanımlamadığın sürece onlarla asla

arandaki büyümüş, bir kök haline gelmiş bağların kopmayacak ve seni ayakta tutan şey olacak.

                                                                                                                   Efendiler ve Uşaklar (286-287)

9 Kasım 2024 Cumartesi

DOLDURALAMAYAN O BOŞLUK

                            

                                              DOLDURALAMAYAN O BOŞLUK

           ''Sabah seni kimse uyandırmadığında, geceleri kimse seni beklemediğinde, her şeyi yapabilecek 

durumda  olduğunda, buna ne diyorsunuz, özgürlük mü yoksa yalnızlık mı? Ama bu o kadar basit değil. 

Özgür  olduğunuzda tekrar köle olmamak için mücadele edersiniz. Bu köleliğin ağırlığı özgürlüğün 

ağırlığından  daha ağırdır. Özgür olmak, mazeret olmaksızın ve başkalarından yardım almadan sorumlu 

olmak  demektir. Gururun veya gücün koruyucu pelerini olmadan, çıplak ve savunmasız yürümektir. 

Gölgenizin koruması olmadan rüzgara karşı durup güneşi kucaklamaktır. Özgür olmak, kendi 

kaderinizin  sorumluluğunu kabul etmek ve bununla birlikte asla mükemmel olamayacağınızı, yalnızca 

bir bütün  olabileceğinizi fark etmektir. En kötüsü dünyanın özgür olmaması değil, insanların 

özgürlüklerini unutmuş  olmalarıdır.''                                                                                                                                                                                                                                                                                     

                                                                                                                                  -Milan Kundera

        İnsanlar bu dünyaya ait canlılar değillerdir. Yalnızlık yoluna ya kendi niyetiyle sapmış ya da 

mecburiyetten bu yolda giden her insan sadece yalnız olmadığınız zaman yalnızlık düşüncesinin 

güzel bir şey olduğunu bilir.  Yalnızlık bu yaşamın rakamları gibidir. Her mezhepten, her insandan

farklı bir anlam yüklenir. Dörde ölüm der mesela bazı Asya ülkeleri. Dört bu canım ne gibi bir ölümden

bahsedebilir ki ? Kimi yediye şans, bazısı dokuza mükemmeliyet der. Yalnızlık da aynı muameleyi 

görmez mi ? Fazla yalnız kalan insanların kendine kast ettikleri ya da bir hiçmiş gibi yaşayıp bir hiç gibi

öldüklerini düşündüğü sık görülen bir şey. Elbette kısaltılacak bir konu değil yalnızlık, ama yıllar

boyunca yalnızlık üzerine düşünsem yine aynı şeyleri söyleyeceğim. Yalnızlık öyle iyi ya da kötü

diye etiketleyebileceğim bir şey değil. İnsan deliye bile döner yalnızlıktan ama bazen kapatır kulaklarını

boş boş duvara, gökyüzüne bakasın gelir. Nereye gittiğini bilmeyen insanların yolundan gideceğine

yalnız kalmak daha iyidir diye düşünürsün. Bilirsin çünkü bu seni çıkamayacağın bir yola sokacaktır.

Barizdir o kadarı, her tavşanın görebileceği bir yere ağ atıp aç kalmayacağını düşünmek gibidir.

Neden onlara katılmadığına şaşırırlar, neden vahşi dünyalarına ayak uydurmazsın diye yargılarlar.

Sarhoşlukta, sevgisizlikte, kabullenişte, şehvette bir yeniden diriliş var sanırlar. Bu yüzden kafa 

karıştırır yalnızlık. Farkındayım, aptal olmayı seçtiği için kendinden uzaklaşan insanlardan uzak

durmak en iyi seçim ama içimde bir huzursuzluk var. Onlarcası bisikletlerine bindiler ve gittiler. 

Bense tek başıma kaldım. Öyle duruca bakıyorum domates tarlasına, üzerimden kuşlar bile geçmiyor.

Sanki üstümde ağır bir üzüntü, bir pişmanlık  ? Ben de mi gitseydim vaktime değmeyecek insanlarla ?

Bu sıkıntıya, bu boşluğa değer miydi bu tatminlik ? Sanki herkes ölüp gitmiş gibi bir hava bürüyor.

Ama ne ben ölebilmişim ne de sen. Yalnızlık, küfürler saçmaktan bıkıyorsun belli bir süreden sonra.

Sarılasın gelir o yalnızlığa, belki kabullensem geçer dersin. Belki börtü böcektedir heyecan diye 

uyanırsın o güne, Allah'ım yine içimde bir ıstırap ! Yapbozlarım bir bir sökülecek akşama kadar.

Bugüne kadar yapmaya uğraştığın tüm yapbozlar hem de ! Şimdi düşüp bayılacağım birileri gelsin

diye. Nasıl bu kadar basit hem de bu kadar acısın yalnızlık. Yanımdan biri yokken mutlu olmadığımı

bana hatırlatana kadar günahım gibi peşimde dolaşırsın. İşte böyledir yalnızlık. Bir tane bile olsa

 olacak insanın, insanın bir insanı olacak. Yoksa o düşünüp düşünüp kart kağıtlara dökülen yüz bin

söze rağmen sözlerin ve düşüncelerin değil insanların mühim olduğunu fark edene kadar göçüp

giden, o çok bilen, çok düşünen insanlardan farkımız kalmayacak. O pişman olanlardan ! Uzun 

lafın kısası insanın yarınlarının bir önemi yok, yarın konuşacak bir dostu, bir aşkı, bir kardeşi, 

bir canı olamadıktan sonra.


                                                                                                                                   Yalnızlık (31-36)


                                  

8 Kasım 2024 Cuma

İNANÇ VE DÜZEN

                      

                                                        İNANÇ VE DÜZEN 

      İnsanlar varoluşlarının ilk zamanlarından beri kendilerinden üst düzeyde bir varlığını maksat 

bilmişlerdir. Benim fikrimce bunun da en büyük sebebi ölüm ve yaşamın varlığıdır. Bu dünyada

bazı istisnalar (yassı solucanlar gibi) dışında her canlı eninde sonunda bir sona muhtaçtır.

Bu da insanların çoğu zaman ölümde bir sebep aramalarına yol açar. Bunu da ''Tanrı'' kavramında 

bulurlar. Her şeyin sahibi olan, her canlıya ölümü emretmiş, sonsuz güç ve merhamete sahip bir

canlının varlığı insanı rahatlatır. ''Boşa yaşamıyorum !'' diye düşünür insan. Bense bunun pek doğru

olduğunu düşünmüyorum. Evet peri masallarında yaşamıyoruz, bununla ilgili Nazım Hikmet'in 

''İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar ?'' sözünü ele alacağım. Bir insanın anılarla, bağlarla ve 

en önemlisi iyi kötü duygular beslediği insanlardan ayrılıp ölecek olması onu delirtecektir.

Bu noktada işte bir arayış başlar. Bazen küçük şeylere anlam yükleyerek yapar insan bunları.

Güneşi, ayı, görkemli her şeye bir tapma isteği barındıracaktır. Örnekleri geçmişte de görüldüğü

üzere tek bir yapıya sahip insanların on binlerce farklı din oluşturup bunlara mensup olmalarının

temel sebebi de budur. Bana soracak olursanız bu tabii ki de yanlış bir şey değil. Çünkü insanların

rahatlamak için inandığını biliyorum. İbadetlerini yerine getirip, inandığı şeylerle başkalarını 

etkilemeyen insanları çok seviyorum. Sanki sakin bir nilüfere benziyorlar. Ama işte insanoğlu 

maalesef bunu da becerebilecek yetiye sahip değil. Başkalarının düşünce ve inançlarını bizimkine

ters bulduklarında istemsiz bir kin besliyorlar karşılarındaki insanlara.

        Özellikle bir cevap arıyor olduğumuzda, buna asla ulaşamayacak olduğumuzun farkına 

vardığımızda da bir hüzün kaplar bizi. Bu intizar zamanında nice insanlar intihara ve benzeri

sözde çözüm yollarına ittilir. Bu da anlamdıramadığım bir yol. Burada da Martialis'ten alıntı yapacağım.

''Delilik değil midir, sorarım, ölüm korkusundan ölmek ?'' demiş Martialis. Ama sadece böyle 

bırakmakta yanlış olur. Çünkü ölüme sarılabilmeyi Tanrı inancına bağlarız ama herkes inkar

etse de etmese de yaşamak istemez mi ? Mesela Tevfik Fikret, ''Tevhîş edip hayalimi bir leyl-i

gam nisâr. Hasretle eylerim seher-i mevte intizâr.'' demiş. Çoktan kabullenmiş ölümü ! Bense

sorarım. İnsan nasıl kabullenir ki ölümü ? Acısı mı mutluluğu mu insanı bu yola saptırır ?

Tevfik Fikret'in babası sürgün edilince, annesi ve kız kardeşi koleradan ölünce Tevfik için

anlamı kalır mı hiç bu dünyanın ? Boğar diyor Tevfik ! Bu kabullendiğim ateşler artık umudumu

da kararlılığımı da boğar diyor. İnancı yok değil, inancı hep yanı başında. Ama kurtaramıyor 

onu. Bu iktirab müthiş der, ölümden bile müthiş der. Ama yine de ister o ansızın gelip onu bu 

dünyadan söküp götürecek ölümü. İşte değinmek istediğim konu da bu, insan kolayına geldiği

için inanır. Evet inanç bazen seni bir düzene sokar ama bazen de ettiğin inanç taahhütü seni

bir sarp kayalıktan düşürür. E ne yapmalıyız o zaman ? İnanmayı hepten bırakalım mı dostlar ?

İnsan kendi için inanır ya da kendi için inanmaz. Birinin inancı bir başkasının huzurunu ya da

inancını etkilediği zaman o kişinin inançsız olması daha makuldür. Şahsım hakkına konuşacak 

olursam ben inanırım. Ama ne söylediğim gibi rahatlığım için ne de kendim için inanırım.

Ben inanmayı severim. Ne olmuş yarın olacaklar belliyse ? Ne olacak nasıl yaşayıp öleceğim belliyse ?

Zaten bundan üç asır sonra kimin umurunda olacağız söyleyin bana ?  Mezarlarımız bile çürüyecek.

Ot bağlayacak o tabutların etrafını, yanımızdan geçenler adımızdan fazlasını bilmeyecekler zaten.

Ne diye Tanrının varlığını sorgulayayım o zaman ? Ölüm olmasaydı yaşamın anlamı olur muydu hiç ?

1000 yıl yaşasam ne anlamı kalırdı kimi sevdim, kimi sevmedim ? Ne anlamı kalırdı yaşamanın ?

Bu yüzden bu isyan gereksizdir Tanrılara karşı. Nasıl var oldum bilmiyorum, muhtemelen de 

bilmeyeceğim. Hangi Tanrı -varsa- gerçek, onu da bilmeyeceğim muhtemelen. Ama yaşadıysam

yaşamışımdır. Ölmekte görevim, ne geçmişe dönebilirim ne de yarın yaşayacağımı bilebilirim.

O yüzden ben hem bugün için yaşarım ve son kez yazıyorum ki ben sadece ve sadece bugün için 

inanırım.

                                                                                                                  Tanrılar Üstüne (49-54 )

2025

  Hemen anlatmak istediğim şeyin içine girmek istemiyorum. Biraz soluk almanıza müsaade etmem gerek. Öncelikle 2025 hakkında genel bir şeyle...