İNANMANIN YÜKÜ
''Annemin bana öğrettiği ilk kelime''
''Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde''
Diye başlıyor Sezai Karakoç şiire. Benimsediğinizde mutluluğunuzun garanti
olacağı bir yaklaşım değil bu, ilk öğrendiği şeyin zaten hak ve ''Hak'' olduğunu
söylüyor. Böylesine inanmayı, günahını bilmeyi annesinden -en yakınındaki
insanlardan- ve nice gençlik yıllarında öğrendiğinden bahsediyor. Devamıysa
daha da manalı demek doğru olur.
''Annem bana gülü şöyle öğretti''
''Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus''
''Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus''
İşte aşina olduğumuz bir ad, en azından Anadolu'dan biri olarak duyduğumuz biri
var. Yunus Emre diyor şair, annem de hüznünü Allah'a saklayan Yunus gibi ağlardı
gizliden diyor. Sınavının bu olduğunu bilirmiş gibi sanki gökyüzü de koyulaşırdı
destek çıkardı Yunus'a ve annesine. Koyulaşırdı, ağaçlardaki akşamdan kalma sular
bir bir damlardı yıkılıp giden eski acılar gibi. Ağaçlarda bunun yasındaydı.
''Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde''
''Binmiş gelirdi Ali bir kırata''
''Ali ve at kurtarırdı bizi darağacından''
''Asya'da, Afrika'da, geçmişte gelecekte''
''Biz o atın tozuna kapanıp ağlardık''
''Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü''
O bütün gün annesiyle geçirdiği akşamların ardından gelen geceler, babasının mert
mevcudiyeti Hz. Ali'nin cesaretine benzermiş. Belki şair büyümede yol almış, belki
de küçücük oğlu için babası bir destan yazıp gelmiş gibi duruyor karla kaplı kapının
önünde. Ama benim yorumum farklı, Asya olsun Afrika olsun, artık sadece şairin
babası değil o ''Ali''. Ali bambaşka bir adam olmuş, artık umut saçacak kime yardım
gerekiyorsa, artık ''ben'' demiyor çünkü şair, ''biz'' diyor. Hepimizi kurtaracak bu
Hazreti Ali gibi adam diyor. Ali lazım diyor. Şöyle korkusuz, yiğit bir inançlı lazım.
Küçücük yıldızlardaki anlamın büyümesini, atın heybetli duruşuna duyulan saygı
ile ağladıklarını söyler. Güneş gibi ay gibi şeyler artık küçük gelir ona, o yıldız gibi
parıldayan Ali'leri görür çünkü artık.
''Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü''
''Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman''
''Ali olmaktan bir sedef her çocukta''
''Babam lambanın ışığında okurdu''
''Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık''
''Fetihlerde bayram yapardık''
''İslam bir sevinçti kaplardı içimizi''
Artık her yerde Ali'ler var şair için. Arkadaş ortamında bile herkes Ali olabilmek,
babalarının anlattığı hikayelerdeki Ali'leri artık babaları gibi değil kendileri gibi
görebilmek istiyor. ''Ali olmaktan'' diyor şair. Ali gibi davranmanın bile ağırlığı sedef
ise diyor şair. Ali kim bilir nelerle savaşıyor. İslam ile bağlanmayı anlatıyor, her
mümin için ağladıklarını, her var olan mümin için sevindiklerini anlatıyor. Bitmek
bilmeyen enerjilerini ve duygularını sımsıkı sarıldığı diniyle ilişkilendiriyor.
''Peygamberimizin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık''
''Bedir'i, Hayber'i, Mekke'yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık''
''Mekke'nin derin kuyularından iniltisi gelirdi''
Gençliğindeki inançlarından ötürü onların birer küçük sahabe gibi gitmedikleri
Mekke gibi şehirlere bile özlem duyduklarını söylüyor. Gitse bile, öyle bir mucize
gerçekleşse bile, sabaha kadar gözüne uyku girmeyeceğini söylüyor. Uykusuz o
gecelerde, o düşünceli gecelerde sessizlikten Mekke'deki kuyuların suyunu bile
duyardık diyor şair.
''Kediler mangalın altında uyurdu''
''Biz küllenmiş ekmeklerden yerdik razı''
''İnanmış adamların övüncüyle''
''Sabırla beklerdik geceleri''
Bu kıtadaysa hüzün var. Şair her şeyin yok olup gitmiş olduğunu söylemeden önce
sona bir kez güzel günlerinden şeyler anlatıyor. Hayatını İslam'a adamış bir adam
olan Sezai Karakoç bu kıtada bütün şiirlerinde söyleyip durduğu dinin güzelliklerini
bir arada toplayıp son ağıtını yakacak gibi topluyor bizleri, o günleri görmemişlere,
küçük çocuklara ya da artık zaman algısını yitirmiş, yılları akıp geçmiş ihtiyarları
alıyor. Cahilleri de bilginleri de bu son kıtayı yazmadan önceki mısralarına çekiyor.
Güzel olmasa bile külden ekmekler yemek, ''yerdik'' diyor. O zamanlar bize o bile
güzeldi diye yakınıyor.
''Şimdi hiç birinden eser yok''
''Gitti o geceler, o cenk kitapları''
''Dağıldı kalelerin önündeki askerler''
''Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi''
İşte gerçek ! Şair tüm sanki tüm anlattıklarında güzel günleri yazmışta son satırlara
gelen okuyucuya kızmış gibi bitiriyor şiirini. ''İyi ettin de geldin, al o çok istediğin
gerçek !'' der gibi. Bu şiirle çocuk olmayı öğretiyor şair, hayal kurmayı, inanmayı
sevmeyi, üzülmeyi, gülmeyi... Çocukluğunu tekrar hatırlatmak ve unutmayın bunları
dirayetinizi kaybetmeyin ki inanmak bile zor gelmesin size demek istiyor. Evet şair
geçmişten bahsediyor. Çünkü Sezai Karakoç tarihi şahısları (Hz Ali gibi) şiirlerinde
anmayı seven biri. Direnen bir adam dersek doğru olacaktır, gerekirse kapı kapı
dolaşıp umudunu yitirenlere sanki kendisi hiç kaybetmiyor gibi umut aşılayacak
bir adam. İnanan bir adam çünkü, inanmanın bilincinde bir adamdan bahsediyoruz.
Dosdoğru inanabilmeyi başaran, günahının da sevabının da farkında olan bir adam.
İnanmanın zorluğuna katlanabilen bir adam Sezai Karakoç. Belki biraz hayranlık
duyduğumdan belki de biraz imrendiğimdendir bilinmez ama anlatmak için onu
seçmemin sebeplerinden biri de mutlaka inanmanın yükü altında ezilmeyecek bir
yapıya sahip olmasıdır. ''Gör akan o yaşları'' demek ister gibi bir tavırla sevincinin
yanında hüsranını da yazmış. Tek ağlayan sen değilsin ama duru gibi inanan benim
diyor yüzümüze.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder