KURUYAN ELMALAR
Önceden söyleyeyim, bu tek bir anı değil. İlk seferden sonra yavaş yavaş belli bir
süre için günlük aktiviteye dönüşmüş bir olaydan bahsedeceğim. Pek uzun
zamandır yaşadım diyemeyeceğim 15 yılın zaten hepi topu 7-8 yılını doğru
dürüst hatırladığım için benim için değiştim diyebileceğim ya da bir anı olarak
sayabileceğim hayatımın en hoş haftalarını yazıyorum. Dedemler Bulgaristan
göçmeni olduğundan bizi de belli bir yaştan sonra yılın sıcak zamanları geldiğinde
kendi büyüdükleri yer olan ''Visoka Polyana'ya (Yeni Köy)'' götürmek istediler. Adı
üstünde köy olduğu için ve ben ilk gittiğimde kendim kadar küçük bir yeri
muhtemelen anımsayamayacağım için ilk gittiğim zamanı hatırlamıyorum. Benim
hatırladığım günler genellikle kızartıcı bir güneş dolayısıyla kimsenin dışarı
çıkmadığı, müren balığı gibi halsizlikten ayağa kalkamadığım öğlen saatleri oluyor.
Bunun dışında ilk defa gördüğüm siyah bir yılanı -sanıyorum ki Eskülap yılanı
çünkü Avrupa'da en yaygın görülen yılan o- devasa bir kurtçuğa benzettiğim için
ailemde alay konusu olan bir anıya da sahibim ama buraya bile yazmama rağmen
yaşanmamış kabul ediyorum. İşte böyle geçen günlerimin yanında bir de hiç
bitmeyen akşam saatleri var. Kırsal bir bölge olduğu ve ormanlık bölgede olduğu
için sabahların tam zıttı şekilde geçen soğuk gecelere varamamış ama o yönde
ilerleyen ne sıcak ne soğuk akşam saatlerinde genelde herkes çarşı içinde oyunlar
oynuyor olurdu. Büyüğü, küçüğü, yaşlısı, fakiri demeden herkesin eğlendiği o
saatlerde çarşı içine çıkabilecek kadar büyük olmadığım ve bisiklette süremediğim
için eve mahkumdum. Hiç gitmediğim o akşam muhabbetlerini eve geldiklerinde
abim ve dedemden dinlerken bile o kadar eğleniyordum ki bir kere bile oraya
gidebilmeyi hayal etmek benim için tam o uyanmadan önce görülen güzeller güzeli
rüya gibiydi. Tabii ben ne uyuyor olduğum için ne de eğleniyor olduğum için
kendime gözlerim açıkken eğlenebileceğim bir şey bulmam gerekiyordu. Yanlış
anlaşılmak istemem eğlenmiyor değildim, benim eğlencem hayal etmekti ama
hayal etmenin gerçekten uzaklaştıran, o bilinmeyen gerçeğin daha da acı verici ve
ulaşılmaz bir yere geleceğini biliyordum. Hiç yaşanmamış bir nostalji gibi belki
o yüzden bu yazılarım çünkü oraya hiç gitmedim ama belki de gitmediğim için
aklımda daha güzel bir yer edindiler. Ben o saatlerde genelde ya evde hala bizzat
keşfetmediğim bölgeleri gezerdim. Bazen üstü toz kaplamış albümleri inceler,
anneannemin demlediği çayı içer dergiler okurdum. Bir güne kadar tabii, artık
kendimi dışarıya atmak için fırsat aradığım bu günlerin bitişi beni bu boş boş
dolaşmalara sürüklemiş dedemle geldi. Dedeme kızgın değildim çünkü gittiğimiz
köy ve dinlediğim hikayeleri kendi kafamda canlandırmak bile o sıkıntıya değerdi
ama şimdi düşününce en eğlendiğim zaman ağustos sonuna doğru, eve dönüş
hazırlıklarının başladığı dönemdi. Trajikomiktir ki o zaman döneceğimiz için değil
başka bir şey için mutluydum. Hayatımın en güzel ağustosu benim için yine aynı
sabaha uyanmamla başladı. Camla kaplı camekânın yanında bir kapı ve bir iki
küçük merdivenin hemen ardında yatay bir duvarla devam eden dış tarafta duran
kızıl bir kapı vardı. Camekân hem yağmur hem güneş için şahane bir manzara
verdiğinden kahvaltı da akşam yemeği de orada yenirdi, gardırop kadar büyük
kiler benzeri bir ayakkabılığın ilerisinde içeri odaların camının önüne denk gelen
bir masa ve dört sandalye vardı, hayal etmesi zor ise sadece hayal ettiğinizden
daha büyük bir yer düşünün çünkü gerçekten büyük bir yer orası. Çamaşır
makinesi ve bulaşık makinesinin de evin iç tarafına geçen kapının yanında
olduğunu yazdığım an hayal etmesinin daha da zor olacağını biliyorum çünkü bol
kapı ve pencereli bir yerdir orası. Bol da sivri sinekli ama kötü bir yanını anmamayı
tercih edeceğim. Neyse, sadede gelelim Aynı sabaha uyandım sanırken bu sefer
anneannemi o dört sandalyeli masaya çeşit çeşit meyveleri bezler içinde sararken
gördüm. Ne için olduklarını sorduğumda bana takılmak için meyvelerin ağustosta
uyuduğunu söyledi. Hoşuma gittiği için o günlere meyvelerin uyuduğu gün demeyi
alışkanlık edinmiştim o zaman. İşin özü meyvelerin kurutulup bırakıldıktan sonra
gidiş zamanı toplanıp kışa hazır hale getirilmesiydi tabii ki. E malum anneannem
ne yapsa bana bir etkinlik gibi göründüğü için nasıl bir anda kuruduklarını sordum.
Bana dışarıda garajın düz taş çatısına merdiven dayayarak çıkıp elmalar seren
dedemi gösterdi. Heyecandan bir kelime bile etmede dışarı fırlayıp merdivenin
altına geldim. Dedemin yukarıdan gülümseyip ilk çıkışım olduğundan merdiveni
sıkı bir şekilde tutmasıyla ben de yukarıdaydım. Yalan söyleyemeyeceğim, oradan
etrafı gördüğümde büyülenmiştim, garaj ve kaldığımız ev arasında küçük bir bahçe
vardı. Bahçenin arka tarafında ise eski uzun bir sera benzeri yapı vardı muhtemelen
dedemin dedelerinin ilk kaldığı yer orasıydı, -dedem daha sonradan orayı da tamir
etti şu anda orası da rahatça yaşanabilecek bir ev- devamındaysa yukarıdan
bakınca daha da masaldan taze çıkmış gibi duran dev bir arsa vardı, tamamen
malzemelerle ekildiği ve hep aynı sırayla güneşin geleceği yere göre ekildiğinden
hala nerede ne ekili sayabilirim. En solda düz şekilde ahududu, sağda çilek, havuç
ve sivri biberler yatay bir şekilde dizili, biraz uzakta reyhan ve lavanta, şeftali
ağacının altında duruyordu. İleri gittikçe soğan, sarımsak, patlıcan, salatalık ve
domates varken komşu binanın sınırındaysa balkabakları, karpuzlar ve kavunlar...
Saymakla bitmeyen dikey ekilmiş mısırlar, arkasında armut ve elma ağaçları vardı.
diğer binanın dış kısmına denk gelecek şekilde gölge alan kısımda brokoli, roka,
ıspanak, turp, pancar, bezelye ve yaban havucu. Lalelerin yanında ayçiçekleri ve
yanında leylaklar, sümbüller. Zambakların uzağında bir kayısı ağacı vardı, az meyve
verdiği için yıllar sonra kesildi. En uzaktaysa bahçenin madencileri dediğimiz
patatesler, tabii onları çok seven yer oburlarından (köstebek) korunmaları için de
düdüklü rüzgarla çalışan el yapımı bir sistem vardı. Dedem onları büyütürken
fasulyeye fasulyeden fazla bağlanılabileceğini fark ettim. Belki de bu yüzden
dedem oradaki hiçbir cana zarar gelmemesi için o devasa bahçeye bir ad koymuştu,
''Yasak''. Yasak falan değildi, sadece orada uyuyan biberi de beni de onun
büyüttüğünün farkına varmamızı istiyordu. Yukarıdan elmaları kuruturken dedemle
bitmeyen sohbetler dönerdi, yağmur ağustosta küserdi o ormanlara pek yağmazdı.
O yüzden güneşi bir doğarken bir de batarken görürdüm. Onlar bisiklete binerken,
merak ettiğim konuşmalara ortak olurken ben elma kurutuyordum bir çatıda
dedemle. Kızartıcı güneşin altında o bez öyle bir ısınırdı ki sanki çırılçıplak kızgın
betona oturur gibi olurduk. Ama gizlice kaçırıp mideye indirdiğim minik kayıplara
karışan elma parçaları olsun, öğrendiğim veya öğrenmemeyi isteyeceğim her şey
olsun hayatımın en güzel ağustosu o çatının üstünde elma kuruturken geçti. Hep
güzel değildi, elmalarla birlikte biz de kururduk ama ben o çatıya çıktıktan sonra
kurumaya da razıydım. Benim yaşımdaki herkes o bisikletlere binip giderdi sabah,
akşam. Ama yukarıdan bakınca sanki bu dünyadan gidip bin evreni dolaşan ben,
bitmeyecek tecrübeleri bir günde öğrenen ben, her gün güneşin ne güzel doğup
battığını ve bulutların arasından nasıl da gecenin sözlüsüymüş gibi cilve yaptığını
gören bendim. Şöyle demeyi seçeceğim o günlere: Elmaları kurutan bendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder