18 Aralık 2024 Çarşamba

ÇATI

                                KURUYAN ELMALAR 

Önceden söyleyeyim, bu tek bir anı değil. İlk seferden sonra yavaş yavaş belli bir 

süre için günlük aktiviteye dönüşmüş bir olaydan bahsedeceğim. Pek uzun 

zamandır  yaşadım diyemeyeceğim 15 yılın zaten hepi topu 7-8 yılını doğru 

dürüst hatırladığım  için benim için değiştim diyebileceğim ya da bir anı olarak 

sayabileceğim hayatımın en hoş haftalarını yazıyorum. Dedemler Bulgaristan 

göçmeni olduğundan bizi de  belli bir yaştan sonra yılın sıcak zamanları geldiğinde 

kendi büyüdükleri yer olan ''Visoka Polyana'ya (Yeni Köy)'' götürmek istediler. Adı 

üstünde köy olduğu için ve ben ilk gittiğimde kendim kadar küçük bir yeri 

muhtemelen anımsayamayacağım  için ilk gittiğim zamanı hatırlamıyorum. Benim 

hatırladığım günler genellikle kızartıcı bir güneş dolayısıyla kimsenin dışarı 

çıkmadığı, müren balığı gibi halsizlikten ayağa kalkamadığım öğlen saatleri oluyor. 

Bunun dışında ilk defa gördüğüm siyah bir  yılanı  -sanıyorum ki Eskülap yılanı 

çünkü Avrupa'da en yaygın görülen yılan o-  devasa bir kurtçuğa benzettiğim için 

ailemde alay konusu olan bir anıya da sahibim ama buraya bile yazmama rağmen 

yaşanmamış kabul ediyorum. İşte böyle geçen günlerimin yanında bir de hiç 

bitmeyen akşam saatleri var. Kırsal bir bölge olduğu ve ormanlık bölgede olduğu 

için sabahların tam zıttı şekilde geçen soğuk gecelere varamamış ama o yönde

ilerleyen ne sıcak ne soğuk akşam saatlerinde genelde herkes çarşı içinde oyunlar

oynuyor olurdu. Büyüğü, küçüğü, yaşlısı, fakiri demeden herkesin eğlendiği o 

saatlerde çarşı içine çıkabilecek kadar büyük olmadığım ve bisiklette süremediğim

için eve mahkumdum. Hiç gitmediğim o akşam muhabbetlerini eve geldiklerinde

abim ve dedemden dinlerken bile o kadar eğleniyordum ki bir kere bile oraya 

gidebilmeyi hayal etmek benim için tam o uyanmadan önce görülen güzeller güzeli

rüya gibiydi. Tabii ben ne uyuyor olduğum için ne de eğleniyor olduğum için 

kendime gözlerim  açıkken eğlenebileceğim bir şey bulmam gerekiyordu. Yanlış

anlaşılmak istemem eğlenmiyor değildim, benim eğlencem hayal etmekti ama 

hayal etmenin gerçekten uzaklaştıran, o bilinmeyen gerçeğin  daha da acı verici ve 

ulaşılmaz bir yere geleceğini biliyordum. Hiç yaşanmamış bir nostalji gibi belki 

o yüzden bu yazılarım çünkü oraya hiç gitmedim ama belki de gitmediğim için

aklımda daha güzel bir yer edindiler. Ben o saatlerde genelde ya evde hala bizzat

keşfetmediğim bölgeleri gezerdim. Bazen üstü toz kaplamış albümleri inceler, 

anneannemin demlediği çayı içer dergiler okurdum. Bir güne kadar tabii, artık 

kendimi dışarıya atmak için fırsat aradığım bu günlerin bitişi beni bu boş boş 

dolaşmalara sürüklemiş dedemle geldi. Dedeme kızgın değildim çünkü gittiğimiz

köy ve dinlediğim hikayeleri kendi kafamda canlandırmak bile o sıkıntıya değerdi

ama şimdi düşününce en eğlendiğim zaman ağustos sonuna doğru, eve dönüş

hazırlıklarının başladığı dönemdi. Trajikomiktir ki o zaman döneceğimiz için değil

başka bir şey için mutluydum. Hayatımın en güzel ağustosu benim için yine aynı

sabaha uyanmamla başladı. Camla kaplı camekânın yanında bir kapı ve bir iki 

küçük merdivenin hemen ardında yatay bir duvarla devam eden dış tarafta duran

kızıl bir kapı vardı. Camekân hem yağmur hem güneş için şahane bir manzara 

verdiğinden kahvaltı da akşam yemeği de orada yenirdi, gardırop kadar büyük 

kiler benzeri bir ayakkabılığın ilerisinde içeri odaların camının önüne denk gelen

bir masa ve dört sandalye vardı, hayal etmesi zor ise sadece hayal ettiğinizden 

daha büyük bir yer düşünün çünkü gerçekten büyük bir yer orası. Çamaşır 

makinesi  ve bulaşık makinesinin de evin iç tarafına geçen kapının yanında 

olduğunu  yazdığım an hayal etmesinin daha da zor olacağını biliyorum çünkü bol 

kapı ve  pencereli bir yerdir orası. Bol da sivri sinekli ama kötü bir yanını anmamayı

tercih edeceğim. Neyse, sadede gelelim Aynı sabaha uyandım sanırken bu sefer 

anneannemi o dört sandalyeli  masaya çeşit çeşit meyveleri bezler içinde sararken 

gördüm. Ne için olduklarını sorduğumda bana takılmak için meyvelerin ağustosta

uyuduğunu söyledi. Hoşuma gittiği için o günlere meyvelerin uyuduğu gün demeyi

alışkanlık edinmiştim o zaman. İşin özü meyvelerin kurutulup bırakıldıktan sonra 

gidiş zamanı toplanıp kışa hazır hale getirilmesiydi tabii ki. E malum anneannem

ne yapsa bana bir etkinlik gibi göründüğü için nasıl bir anda kuruduklarını sordum.

Bana dışarıda garajın düz taş çatısına merdiven dayayarak çıkıp elmalar seren 

dedemi gösterdi. Heyecandan bir kelime bile etmede dışarı fırlayıp merdivenin 

 altına geldim. Dedemin yukarıdan gülümseyip ilk çıkışım olduğundan merdiveni

sıkı bir şekilde tutmasıyla ben de yukarıdaydım. Yalan söyleyemeyeceğim, oradan

etrafı gördüğümde büyülenmiştim, garaj ve kaldığımız ev arasında küçük bir bahçe

vardı. Bahçenin arka tarafında ise eski uzun bir sera benzeri yapı vardı muhtemelen

dedemin dedelerinin ilk kaldığı yer orasıydı, -dedem daha sonradan orayı da tamir

etti şu anda orası da rahatça yaşanabilecek bir ev-  devamındaysa yukarıdan 

bakınca daha da masaldan taze çıkmış gibi duran dev bir arsa vardı, tamamen 

malzemelerle ekildiği ve hep aynı sırayla güneşin geleceği yere göre ekildiğinden

hala nerede ne ekili sayabilirim. En solda düz şekilde ahududu, sağda çilek, havuç

ve sivri biberler yatay bir şekilde dizili, biraz uzakta reyhan ve lavanta, şeftali 

ağacının altında duruyordu. İleri gittikçe soğan, sarımsak, patlıcan, salatalık ve 

domates varken komşu binanın sınırındaysa balkabakları, karpuzlar ve kavunlar...

Saymakla bitmeyen dikey ekilmiş mısırlar, arkasında armut ve elma ağaçları vardı.

diğer binanın dış kısmına denk gelecek şekilde gölge alan kısımda brokoli, roka, 

ıspanak, turp, pancar, bezelye ve yaban havucu. Lalelerin yanında ayçiçekleri ve

yanında leylaklar, sümbüller. Zambakların uzağında bir kayısı ağacı vardı, az meyve

verdiği için yıllar sonra kesildi. En uzaktaysa bahçenin madencileri dediğimiz 

patatesler, tabii onları çok seven yer oburlarından (köstebek) korunmaları için de 

düdüklü rüzgarla çalışan el yapımı bir sistem vardı. Dedem onları büyütürken 

fasulyeye fasulyeden fazla bağlanılabileceğini fark ettim. Belki de bu yüzden 

dedem oradaki hiçbir cana zarar gelmemesi için o devasa bahçeye bir ad koymuştu,

''Yasak''.  Yasak falan değildi, sadece orada uyuyan biberi de beni de onun 

büyüttüğünün farkına varmamızı istiyordu. Yukarıdan elmaları kuruturken dedemle

bitmeyen sohbetler dönerdi, yağmur ağustosta küserdi o ormanlara pek yağmazdı.

 O yüzden güneşi bir doğarken bir de batarken görürdüm.  Onlar bisiklete binerken,

merak ettiğim konuşmalara ortak olurken ben elma kurutuyordum bir çatıda 

dedemle. Kızartıcı güneşin altında o bez öyle bir ısınırdı ki sanki çırılçıplak kızgın

betona oturur gibi olurduk. Ama gizlice kaçırıp mideye indirdiğim minik kayıplara

karışan elma parçaları olsun, öğrendiğim veya öğrenmemeyi isteyeceğim her şey 

olsun hayatımın en güzel ağustosu o çatının üstünde elma kuruturken geçti. Hep

güzel değildi, elmalarla birlikte biz de kururduk ama ben o çatıya çıktıktan sonra

kurumaya da razıydım. Benim yaşımdaki herkes o bisikletlere binip giderdi sabah, 

akşam. Ama yukarıdan bakınca sanki bu dünyadan gidip bin evreni dolaşan ben,

bitmeyecek tecrübeleri bir günde öğrenen ben, her gün güneşin ne güzel doğup

battığını ve bulutların arasından nasıl da gecenin sözlüsüymüş gibi cilve yaptığını

gören bendim. Şöyle demeyi seçeceğim o günlere: Elmaları kurutan bendim.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

2025

  Hemen anlatmak istediğim şeyin içine girmek istemiyorum. Biraz soluk almanıza müsaade etmem gerek. Öncelikle 2025 hakkında genel bir şeyle...