''Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.'' Kırk yaşında hayata gözünü yuman bir adamın sözleridir. Ruhu şad olsun! Cahit Sıtkı'nın bu sözleri meşhurdur ama yeteri kadar anlaşıldığını düşünmüyorum. Bir adam düşünün ki başka bir şiirinde ''Kapımı çalıp durma ölüm, açmam. Ben ölecek adam değilim.'' desin! Bu denli sevsin hayatı, buna rağmen yaşı varınca otuz beşe, içini bir kasvet dalgası kaplasın. İnsanı yiyip bitiren, yakıp yıkan, sarıp sarmalayan bir çaresizlik. Andığı şairle aynı kaderi yaşıyor Cahit Sıtkı maalesef. İnsan yetmiş yıl yaşar sonra da görevini tamamlar diye laflar söyleyen Dante iki on yıl daha yaşayamamış ki yaşı yetmişe tamamlansın. Ama daha otuz beş yaşında belliymiş kaderi, gençliğindeki parlaklığı görmemiş zaten kendinde. Ağlamayı bile göze almış, yahu koskoca adam ağlar mı? Ağlar, hem de nasıl ağlar. Daha güzel zaman yok ağlamak için. Gençliğinin baharı çoktan kuruyup gitmiş hem belki yeterince ağlarsa uyandırır ağaçları. Sabahattin Ali ne güzel demiş ''Gördüm başımda bugün: Beyazlaşan ilk saçı.'' Yaşlılık nasıl da delirtiyor insanı, geçmişteki günleri görememek. Şakaklarında karlar! Çizgili bir yüz! Gözlerinin altındaysa mosmor halkalar! Bir aynada sadece kusurlarını görmek nasıl da yakıyor insanın canını. Hani dese ki hatırlayayım kendi yüzümü bari, bir çift resmime bakayım. Yine bir öfke bürüyor insanı yine bir nefret. Kendi gençliğini kendinden çalası geliyor. Ne yırtmaya cesaret var, ne kabullenmekte kefaret. Bazen oturmuş da aşkını düşünmüş Cahit Sıtkı bu yaşlarında. Ama öyle lise aşklarını, platonikleri, inişli çıkışlı olanları değil. İlk aşkını, hatırlayamamış. Kalbinin ilk kimi görünce kıpır kıpır olduğunu, ellerinin nasıl birbirine dolandığını hatırlayamamış. Bu her güne mutlu uyanmasına sebep olan, masum bir çocuk olduğu günlerden aşkı tanıyamamış. Hatırlar gibi de olmuş inceden. Ama bir başkasının hatırası gibi soluk, sönük... Ya arkadaşları? İyisine, kötüsüne ne oldu? Hayata beraber başladığı insanlar yani. Aynı yıl aynı ay doğduğu insanlar yani! Neredeler ne yapıyorlar kim bilir? Hayır sadece aşkını hatırlayamasa bu kadar kafasına takılmaz belki ama bir iki sima dışında hatırladığı bir şey yok. Tekrar tekrar gördüğü çehreler, defalarca duyduğu sesler uzakta. Gittikçe ha?! Evet evet. ''Gittikçe artıyor yalnızlığımız.'' Belki de olmayanları değil de olanları önemsemek gerekiyor. Unuttuğumuz yüzlere demek ki gerek yok! Demek ki onlar bir zamanlar tanıdıklarımızdan ibaret. Çünkü Ziya Osman Saba unutmamış Cahit Sıtkı'yı! Hem de hiç unutamamış. Hakiki gerçek ölümse Ziya Osman o kadar üzgün ki Cahit'in ölümüne, bir yıl ancak bekleyebilmiş arkadaşının yanına gitmeden önce. Ziya Osman Saba bir de şiir yazmış Cahit'in vefatına. Nasıl bir acı, nasıl bir gayret. Tabii bunun tamamını nüzul etmek icap eder.
DÜŞÜMDE
Düşümde gördüm Cahit'i:
Banka gibi bir yer
Aynı servise verilmişiz,
Yolumu gözler.
Baktım ki toplamış memurlarını
Nutuk çekmekte şefimiz.
El edep geçecektim yerime
Sessiz.
Cahit bu, dayanamadı boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı.
Bense uyandıktan sonra.
-Ziya Osman Saba
İşte, bu kadar basit bir şey hayat. Daha devam edeceğim elbet yorumuma, bize yetse de Cahit Sıtkı iktifa etmemiş çünkü bu kadarıyla. Devamı da var, daha bir yorgun belki devamı, bilemem. Gelgelelim Ziya Osman'ın şiirine. Şöyle düşünmek istiyorum ben bu şiiri okuduktan sonra: Ziya Osman da toprak olduktan sonra, beraber ağlamaya devam ettiler kol kola! Ah aslında olduğu haliyle bırakmak istiyorum bu hisleri. Bazı şeyler hissedilir, Cahit Sıtkı sanıyorum ki kalbiyle yazmış kalanını ki sözlerimin kafi oluşundan şüpheleniyorum. Fakat Cahit Sıtkı'da vahşi bir doğa zevkinin olduğu şüphesiz. Keza ''Memleket İsterim'' şiirinde de benzer duygular görüyoruz. Ama bu şiirdeki birazcık farklı. Cahit Sıtkı memleket isterken mavi bir gök istiyor çünkü, ama gökyüzü mavi olmaz! Otuz beş yaşına gelince anlamış bunu. ''Gökyüzünün başka rengi de varmış.'' Hayata farklı bakınca, insanlara farklı bakınca gökyüzü bile tek renk olmuyormuş! Güçlüklerin zahmetini, hayatının en derin hüznünü yansıtmış. Sular, ateşler, taşlar. Ne kadar gerçek şeyler hayatta değil mi? İnsan su olmadan yaşayamaz, ateş olmadan yemek yapamaz, taş olmadan kendine konforlu evler inşa edemez! Ama nasıl kullanırsan öyle bu nimetler. Taş öldürür, ateş öldürür, su bile -evet- öldürüyor! Her şeyi toz pembe zannetmenin yakınışı ve yakarışıdır bu mısralar. Çünkü Cahit Sıtkı'ya göre her doğan günün bir dert olduğunu insan bu yaşa gelince anlarmış. Belki kaderdir ölüm, sonbaharın gelişi gibi kaçınılmaz ve basit. Bazen sebepsiz ve net. Bilakis ölümün uğurlanışında insanı acıtan bir şey var. O kişi için değil, kendimiz için üzülüyoruz sonuçta. Daha iyi bir yere gittiler, huzur içinde uyumaya. Ama biz onlarsız kaldık. Bizi bıraktıkları için dargınız. En azından Cahit Sıtkı dargın, bir eve üşüşen insanları görmekten. Sevdiği insanları gömmekten bıkmış. Belki de bazı tanıdıklarının ölümünden yalnız selâsı okunurken haberi oluyor. O yüzden zaten geçmişte reddetmiş bu çirkin ölümü. Direkt ölümün kendisini. Tarih vermiyor çünkü, o gün işin var mı boş musun diye sormuyor. Cahit Sıtkı o yüzden ölüme olan kinini dile getirirken bu kaderden elemli. Ya diyor Cahit Sıtkı, ya bir öleni daha uğurlayıp namazını verdikten sonra, ya sıradaki sensen?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder