ÖMER SEYFETTİN SEÇME HİKAYELER
-HİKAYELERİN HARİTALARI-
1-Hikaye adı: Yalnız Efe
1-Hikaye adı: Yalnız Efe
Önceden söyleyeyim, bu tek bir anı değil. İlk seferden sonra yavaş yavaş belli bir
süre için günlük aktiviteye dönüşmüş bir olaydan bahsedeceğim. Pek uzun
zamandır yaşadım diyemeyeceğim 15 yılın zaten hepi topu 7-8 yılını doğru
dürüst hatırladığım için benim için değiştim diyebileceğim ya da bir anı olarak
sayabileceğim hayatımın en hoş haftalarını yazıyorum. Dedemler Bulgaristan
göçmeni olduğundan bizi de belli bir yaştan sonra yılın sıcak zamanları geldiğinde
kendi büyüdükleri yer olan ''Visoka Polyana'ya (Yeni Köy)'' götürmek istediler. Adı
üstünde köy olduğu için ve ben ilk gittiğimde kendim kadar küçük bir yeri
muhtemelen anımsayamayacağım için ilk gittiğim zamanı hatırlamıyorum. Benim
hatırladığım günler genellikle kızartıcı bir güneş dolayısıyla kimsenin dışarı
çıkmadığı, müren balığı gibi halsizlikten ayağa kalkamadığım öğlen saatleri oluyor.
Bunun dışında ilk defa gördüğüm siyah bir yılanı -sanıyorum ki Eskülap yılanı
çünkü Avrupa'da en yaygın görülen yılan o- devasa bir kurtçuğa benzettiğim için
ailemde alay konusu olan bir anıya da sahibim ama buraya bile yazmama rağmen
yaşanmamış kabul ediyorum. İşte böyle geçen günlerimin yanında bir de hiç
bitmeyen akşam saatleri var. Kırsal bir bölge olduğu ve ormanlık bölgede olduğu
için sabahların tam zıttı şekilde geçen soğuk gecelere varamamış ama o yönde
ilerleyen ne sıcak ne soğuk akşam saatlerinde genelde herkes çarşı içinde oyunlar
oynuyor olurdu. Büyüğü, küçüğü, yaşlısı, fakiri demeden herkesin eğlendiği o
saatlerde çarşı içine çıkabilecek kadar büyük olmadığım ve bisiklette süremediğim
için eve mahkumdum. Hiç gitmediğim o akşam muhabbetlerini eve geldiklerinde
abim ve dedemden dinlerken bile o kadar eğleniyordum ki bir kere bile oraya
gidebilmeyi hayal etmek benim için tam o uyanmadan önce görülen güzeller güzeli
rüya gibiydi. Tabii ben ne uyuyor olduğum için ne de eğleniyor olduğum için
kendime gözlerim açıkken eğlenebileceğim bir şey bulmam gerekiyordu. Yanlış
anlaşılmak istemem eğlenmiyor değildim, benim eğlencem hayal etmekti ama
hayal etmenin gerçekten uzaklaştıran, o bilinmeyen gerçeğin daha da acı verici ve
ulaşılmaz bir yere geleceğini biliyordum. Hiç yaşanmamış bir nostalji gibi belki
o yüzden bu yazılarım çünkü oraya hiç gitmedim ama belki de gitmediğim için
aklımda daha güzel bir yer edindiler. Ben o saatlerde genelde ya evde hala bizzat
keşfetmediğim bölgeleri gezerdim. Bazen üstü toz kaplamış albümleri inceler,
anneannemin demlediği çayı içer dergiler okurdum. Bir güne kadar tabii, artık
kendimi dışarıya atmak için fırsat aradığım bu günlerin bitişi beni bu boş boş
dolaşmalara sürüklemiş dedemle geldi. Dedeme kızgın değildim çünkü gittiğimiz
köy ve dinlediğim hikayeleri kendi kafamda canlandırmak bile o sıkıntıya değerdi
ama şimdi düşününce en eğlendiğim zaman ağustos sonuna doğru, eve dönüş
hazırlıklarının başladığı dönemdi. Trajikomiktir ki o zaman döneceğimiz için değil
başka bir şey için mutluydum. Hayatımın en güzel ağustosu benim için yine aynı
sabaha uyanmamla başladı. Camla kaplı camekânın yanında bir kapı ve bir iki
küçük merdivenin hemen ardında yatay bir duvarla devam eden dış tarafta duran
kızıl bir kapı vardı. Camekân hem yağmur hem güneş için şahane bir manzara
verdiğinden kahvaltı da akşam yemeği de orada yenirdi, gardırop kadar büyük
kiler benzeri bir ayakkabılığın ilerisinde içeri odaların camının önüne denk gelen
bir masa ve dört sandalye vardı, hayal etmesi zor ise sadece hayal ettiğinizden
daha büyük bir yer düşünün çünkü gerçekten büyük bir yer orası. Çamaşır
makinesi ve bulaşık makinesinin de evin iç tarafına geçen kapının yanında
olduğunu yazdığım an hayal etmesinin daha da zor olacağını biliyorum çünkü bol
kapı ve pencereli bir yerdir orası. Bol da sivri sinekli ama kötü bir yanını anmamayı
tercih edeceğim. Neyse, sadede gelelim Aynı sabaha uyandım sanırken bu sefer
anneannemi o dört sandalyeli masaya çeşit çeşit meyveleri bezler içinde sararken
gördüm. Ne için olduklarını sorduğumda bana takılmak için meyvelerin ağustosta
uyuduğunu söyledi. Hoşuma gittiği için o günlere meyvelerin uyuduğu gün demeyi
alışkanlık edinmiştim o zaman. İşin özü meyvelerin kurutulup bırakıldıktan sonra
gidiş zamanı toplanıp kışa hazır hale getirilmesiydi tabii ki. E malum anneannem
ne yapsa bana bir etkinlik gibi göründüğü için nasıl bir anda kuruduklarını sordum.
Bana dışarıda garajın düz taş çatısına merdiven dayayarak çıkıp elmalar seren
dedemi gösterdi. Heyecandan bir kelime bile etmede dışarı fırlayıp merdivenin
altına geldim. Dedemin yukarıdan gülümseyip ilk çıkışım olduğundan merdiveni
sıkı bir şekilde tutmasıyla ben de yukarıdaydım. Yalan söyleyemeyeceğim, oradan
etrafı gördüğümde büyülenmiştim, garaj ve kaldığımız ev arasında küçük bir bahçe
vardı. Bahçenin arka tarafında ise eski uzun bir sera benzeri yapı vardı muhtemelen
dedemin dedelerinin ilk kaldığı yer orasıydı, -dedem daha sonradan orayı da tamir
etti şu anda orası da rahatça yaşanabilecek bir ev- devamındaysa yukarıdan
bakınca daha da masaldan taze çıkmış gibi duran dev bir arsa vardı, tamamen
malzemelerle ekildiği ve hep aynı sırayla güneşin geleceği yere göre ekildiğinden
hala nerede ne ekili sayabilirim. En solda düz şekilde ahududu, sağda çilek, havuç
ve sivri biberler yatay bir şekilde dizili, biraz uzakta reyhan ve lavanta, şeftali
ağacının altında duruyordu. İleri gittikçe soğan, sarımsak, patlıcan, salatalık ve
domates varken komşu binanın sınırındaysa balkabakları, karpuzlar ve kavunlar...
Saymakla bitmeyen dikey ekilmiş mısırlar, arkasında armut ve elma ağaçları vardı.
diğer binanın dış kısmına denk gelecek şekilde gölge alan kısımda brokoli, roka,
ıspanak, turp, pancar, bezelye ve yaban havucu. Lalelerin yanında ayçiçekleri ve
yanında leylaklar, sümbüller. Zambakların uzağında bir kayısı ağacı vardı, az meyve
verdiği için yıllar sonra kesildi. En uzaktaysa bahçenin madencileri dediğimiz
patatesler, tabii onları çok seven yer oburlarından (köstebek) korunmaları için de
düdüklü rüzgarla çalışan el yapımı bir sistem vardı. Dedem onları büyütürken
fasulyeye fasulyeden fazla bağlanılabileceğini fark ettim. Belki de bu yüzden
dedem oradaki hiçbir cana zarar gelmemesi için o devasa bahçeye bir ad koymuştu,
''Yasak''. Yasak falan değildi, sadece orada uyuyan biberi de beni de onun
büyüttüğünün farkına varmamızı istiyordu. Yukarıdan elmaları kuruturken dedemle
bitmeyen sohbetler dönerdi, yağmur ağustosta küserdi o ormanlara pek yağmazdı.
O yüzden güneşi bir doğarken bir de batarken görürdüm. Onlar bisiklete binerken,
merak ettiğim konuşmalara ortak olurken ben elma kurutuyordum bir çatıda
dedemle. Kızartıcı güneşin altında o bez öyle bir ısınırdı ki sanki çırılçıplak kızgın
betona oturur gibi olurduk. Ama gizlice kaçırıp mideye indirdiğim minik kayıplara
karışan elma parçaları olsun, öğrendiğim veya öğrenmemeyi isteyeceğim her şey
olsun hayatımın en güzel ağustosu o çatının üstünde elma kuruturken geçti. Hep
güzel değildi, elmalarla birlikte biz de kururduk ama ben o çatıya çıktıktan sonra
kurumaya da razıydım. Benim yaşımdaki herkes o bisikletlere binip giderdi sabah,
akşam. Ama yukarıdan bakınca sanki bu dünyadan gidip bin evreni dolaşan ben,
bitmeyecek tecrübeleri bir günde öğrenen ben, her gün güneşin ne güzel doğup
battığını ve bulutların arasından nasıl da gecenin sözlüsüymüş gibi cilve yaptığını
gören bendim. Şöyle demeyi seçeceğim o günlere: Elmaları kurutan bendim.
''Annemin bana öğrettiği ilk kelime''
''Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde''
Diye başlıyor Sezai Karakoç şiire. Benimsediğinizde mutluluğunuzun garanti
olacağı bir yaklaşım değil bu, ilk öğrendiği şeyin zaten hak ve ''Hak'' olduğunu
söylüyor. Böylesine inanmayı, günahını bilmeyi annesinden -en yakınındaki
insanlardan- ve nice gençlik yıllarında öğrendiğinden bahsediyor. Devamıysa
daha da manalı demek doğru olur.
''Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus''
''Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus''
İşte aşina olduğumuz bir ad, en azından Anadolu'dan biri olarak duyduğumuz biri
var. Yunus Emre diyor şair, annem de hüznünü Allah'a saklayan Yunus gibi ağlardı
gizliden diyor. Sınavının bu olduğunu bilirmiş gibi sanki gökyüzü de koyulaşırdı
destek çıkardı Yunus'a ve annesine. Koyulaşırdı, ağaçlardaki akşamdan kalma sular
bir bir damlardı yıkılıp giden eski acılar gibi. Ağaçlarda bunun yasındaydı.
''Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde''
''Binmiş gelirdi Ali bir kırata''
''Ali ve at kurtarırdı bizi darağacından''
''Asya'da, Afrika'da, geçmişte gelecekte''
''Biz o atın tozuna kapanıp ağlardık''
''Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü''
O bütün gün annesiyle geçirdiği akşamların ardından gelen geceler, babasının mert
mevcudiyeti Hz. Ali'nin cesaretine benzermiş. Belki şair büyümede yol almış, belki
de küçücük oğlu için babası bir destan yazıp gelmiş gibi duruyor karla kaplı kapının
önünde. Ama benim yorumum farklı, Asya olsun Afrika olsun, artık sadece şairin
babası değil o ''Ali''. Ali bambaşka bir adam olmuş, artık umut saçacak kime yardım
gerekiyorsa, artık ''ben'' demiyor çünkü şair, ''biz'' diyor. Hepimizi kurtaracak bu
Hazreti Ali gibi adam diyor. Ali lazım diyor. Şöyle korkusuz, yiğit bir inançlı lazım.
Küçücük yıldızlardaki anlamın büyümesini, atın heybetli duruşuna duyulan saygı
ile ağladıklarını söyler. Güneş gibi ay gibi şeyler artık küçük gelir ona, o yıldız gibi
parıldayan Ali'leri görür çünkü artık.
''Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü''
''Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman''
''Ali olmaktan bir sedef her çocukta''
''Babam lambanın ışığında okurdu''
''Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık''
''Fetihlerde bayram yapardık''
''İslam bir sevinçti kaplardı içimizi''
Artık her yerde Ali'ler var şair için. Arkadaş ortamında bile herkes Ali olabilmek,
babalarının anlattığı hikayelerdeki Ali'leri artık babaları gibi değil kendileri gibi
görebilmek istiyor. ''Ali olmaktan'' diyor şair. Ali gibi davranmanın bile ağırlığı sedef
ise diyor şair. Ali kim bilir nelerle savaşıyor. İslam ile bağlanmayı anlatıyor, her
mümin için ağladıklarını, her var olan mümin için sevindiklerini anlatıyor. Bitmek
bilmeyen enerjilerini ve duygularını sımsıkı sarıldığı diniyle ilişkilendiriyor.
''Peygamberimizin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık''
''Bedir'i, Hayber'i, Mekke'yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık''
''Mekke'nin derin kuyularından iniltisi gelirdi''
Gençliğindeki inançlarından ötürü onların birer küçük sahabe gibi gitmedikleri
Mekke gibi şehirlere bile özlem duyduklarını söylüyor. Gitse bile, öyle bir mucize
gerçekleşse bile, sabaha kadar gözüne uyku girmeyeceğini söylüyor. Uykusuz o
gecelerde, o düşünceli gecelerde sessizlikten Mekke'deki kuyuların suyunu bile
duyardık diyor şair.
''Kediler mangalın altında uyurdu''
''Biz küllenmiş ekmeklerden yerdik razı''
''İnanmış adamların övüncüyle''
''Sabırla beklerdik geceleri''
Bu kıtadaysa hüzün var. Şair her şeyin yok olup gitmiş olduğunu söylemeden önce
sona bir kez güzel günlerinden şeyler anlatıyor. Hayatını İslam'a adamış bir adam
olan Sezai Karakoç bu kıtada bütün şiirlerinde söyleyip durduğu dinin güzelliklerini
bir arada toplayıp son ağıtını yakacak gibi topluyor bizleri, o günleri görmemişlere,
küçük çocuklara ya da artık zaman algısını yitirmiş, yılları akıp geçmiş ihtiyarları
alıyor. Cahilleri de bilginleri de bu son kıtayı yazmadan önceki mısralarına çekiyor.
Güzel olmasa bile külden ekmekler yemek, ''yerdik'' diyor. O zamanlar bize o bile
güzeldi diye yakınıyor.
''Şimdi hiç birinden eser yok''
''Gitti o geceler, o cenk kitapları''
''Dağıldı kalelerin önündeki askerler''
''Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi''
İşte gerçek ! Şair tüm sanki tüm anlattıklarında güzel günleri yazmışta son satırlara
gelen okuyucuya kızmış gibi bitiriyor şiirini. ''İyi ettin de geldin, al o çok istediğin
gerçek !'' der gibi. Bu şiirle çocuk olmayı öğretiyor şair, hayal kurmayı, inanmayı
sevmeyi, üzülmeyi, gülmeyi... Çocukluğunu tekrar hatırlatmak ve unutmayın bunları
dirayetinizi kaybetmeyin ki inanmak bile zor gelmesin size demek istiyor. Evet şair
geçmişten bahsediyor. Çünkü Sezai Karakoç tarihi şahısları (Hz Ali gibi) şiirlerinde
anmayı seven biri. Direnen bir adam dersek doğru olacaktır, gerekirse kapı kapı
dolaşıp umudunu yitirenlere sanki kendisi hiç kaybetmiyor gibi umut aşılayacak
bir adam. İnanan bir adam çünkü, inanmanın bilincinde bir adamdan bahsediyoruz.
Dosdoğru inanabilmeyi başaran, günahının da sevabının da farkında olan bir adam.
İnanmanın zorluğuna katlanabilen bir adam Sezai Karakoç. Belki biraz hayranlık
duyduğumdan belki de biraz imrendiğimdendir bilinmez ama anlatmak için onu
seçmemin sebeplerinden biri de mutlaka inanmanın yükü altında ezilmeyecek bir
yapıya sahip olmasıdır. ''Gör akan o yaşları'' demek ister gibi bir tavırla sevincinin
yanında hüsranını da yazmış. Tek ağlayan sen değilsin ama duru gibi inanan benim
diyor yüzümüze.
"Acemi olarak Mustafa Elmas Arıcı Anadolu Lisesi'nde yaptığımız anketin sonuçlarının ve değerlendirmesinin üstünkörü yapılacağı haber yazısıdır"
Öncelikle sorduğumuz ilk soru olan soruya yakın bir oranla öğrencilerin çoğu geçmişe gitmek isteyeceğini söyledi. Bunun sebeplerinden en büyüğünün maddi sağlıklarını düz ve kolay bir yoldan iyileştirmek istediklerini düşünüyorum. Tabii soruda özellikle belirtilmediği için daha açık bir düşünme alanına olanak sağlandı. Bazıları cumhuriyetin Türkiye'de ilanı gibi dönemleri düşünerek geçmişe gitmeyi isterken bazılarıysa Roma'nın ilk olimpiyatları gibi etkinlikleri izlemek için geçmişe gitmeyi tercih etmiş olabilir. Gelecek içinse daha basit bir şekilde böyle kişilerin yarınlar için daha heyecanlı insanlar olduklarını söyleyebiliriz. Karamsar düşünecek olursak aceleci ve şu anki durumlarından memnun olmayan kişiler olduklarını söyleyebiliriz. Sorulan diğer soruda da dijital ortama yakınlaşılmasından dolayı sanat ve astronomiden uzaklaşılması düşüncesi olasıdır. Görsel ve yazılı öğrenim yollarının tercih edilmesi de sanal ortamın erişiminin gelişmesiyle ilişkilendirilebilir. Sınıf ortamına verilen puanın yüksek oranla 3 üzerinden 2 olması da kayda değer bir memnuniyet sorunun olmadığının ifadesidir. Ankette çözülmesi gereken en büyük sorun çoğu kişinin parayı, saygınlık ve hayallerine tercih etmesidir. Bu ileride parayla bile mutlu olmayı başaramayan bir neslin tohumlarını ekmektir. Öğrencilerin motive olmasına vesile olan öğretmenler içinse sayısal bölümünün ve dil bölümünün öğretmenleri daha çok tercih edilmiştir. Bunun sebebinin öğrencilerin seçtiği bölümler dolayısıyla olduğunu düşünebiliriz. Daha fazla sayısal bölüm okuyan öğrencinin bulunması daha fazla sayısal bölüm öğretmeniyle denk gelen ve onlardan ders alan öğrenci sayısı demektir. Bu da sözel seçen öğrencilerin çoğunun daha bölümü belirli olmayan öğrenciler diye ifade edebiliriz. Süper güç seçiminde ise genel olarak beklenen sonuçlar ile karşılaşıldı, ancak uçmanın az seçilmesi şaşırtıcı bir sonuçtur. Tekdüze olmasına rağmen özgür bir bakış açısı kazandırması seçilme oranını arttırabilirdi. Bunun yanı sıra görünmezlik ve zihin okumanın çok seçilmesi insanlar arasında minimal de olsa bilinçaltında saklı bir güven sorununun habercisidir. Ulaşım koşullarının az bir değerle problem olarak görülmesi okulun başarılı bir öğrenci taşıma sistemine sahip olduğunu anlatırken ders saatlerinden şikayetçi olan insanlar kısmen haklıdır. Ne kadar prosedür de olsa da bir insanın günde 6 saatten fazla oturması sağlıksal ve psikolojik açıdan zararlıdır. Aktivite yetersizliğinin sorun olarak görülmesinin en temel çözümü bu kişilerin zevklerine göre olmayan etkinliklere de katılıp eğlenmeleridir. Bu şekilde hem bir hobi, uğraş edinebilir hem de dezavantaj olarak görülen bir şeyi kendi lehine çevirebilirler. Bunu bazen bildikleri şeyi yaparak değil, bilmedikleri bir şeyi öğrenerek yaparlarsa hayal gücü ve yaratıcılıkları da güçlenir.
Sorulan Sorular
1-Geçmişe mi gitmek istersiniz geleceğe mi ?
2- Hangi dersin programa eklenmesini istersiniz ?
3- Hangi öğrenme yolunu tercih edersiniz ?
4- Sagopa mı Ceza mı ? (Yazıya dahil edilmemiştir)
5- Sınıf ortamınızı 3 üzerinden kaç puan verirsiniz ?
6- Meslek seçiminizi etkileyecek en büyük faktör nedir ?
7- Hangi alanın öğretmeni sizi daha çok motive eder ?
8- Bir süper gücünüz olsa ne olmasını isterdiniz ?
9- Üniversite okumak istediğiniz şehir neresidir ? (Yazıya dahil edilmemiştir)
10-Okulunuzdaki en şikayetçi olduğunuz durum nedir?
Hemen anlatmak istediğim şeyin içine girmek istemiyorum. Biraz soluk almanıza müsaade etmem gerek. Öncelikle 2025 hakkında genel bir şeyle...